Ali Haydar Üzülmez

Ali Haydar Üzülmez

Önyargıları Kırıp Alevileri Tanımak ve Sevmek

Önyargıları Kırıp Alevileri Tanımak ve Sevmek

Ramazan ayı nedeniyle, dört yıl önce Alevilerle ilgili yazdığım biz, hangi Ali'yi seveceğiz? Yazım aklıma geldi. Yazımı o dönem dostlarımla paylaşmıştım. Hem yaklaşan yerel seçim hem de Ramazan ayı nedeni ile kenarda, kıyıda unutulan bu kadim İnanç ve inananları hakkındaki iki yazımı, siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Biz, Hangi Ali’yi Seveceğiz?

Haydar’ı fazla olsa da ismim Ali Haydar’ı seviyorum. Anam doğurup çileyi çekip büyütse de, onun isim koyma hakkı yoktu eskiden. Onun yapacağı tek şey çalışmak, kocasına ve çocuklarına hizmet etmek ve sadece doğurmaktı. Öyle de olmuş. İsmimi babam koymuş.

Babam Sufi inancına bağlı Rufâi tarikatındandı. İlişkisi ne kadar derindi, ilişkiyi kimin üzerinden sürdürüyordu bilmiyorum. Amcası Zekeriya ve arkadaşları ile bizim tek odalı evimizde “zikir” yaptıklarını hatırlıyorum. Çocuktum. “Zikir” esnasında onlara hizmet ediyor, bazen de yolun kenarında jandarmaya karşı nöbet tutuyordum. Çünkü yaptıkları o dönem suçtu. Yürürlükte ceza yasasının 163. Maddesi vardı. “Zikirde” birkaç kişi erbane çalıyor, birlikte Yunus’tan dörtlükler söyleyip “hu” çekip “Allah Allah” deyip kendilerinden geçiyorlardı.

Babam, bölgede “Şeyh Cuma” olarak tanınıp bilinen iyi bir taş-duvar ustasıydı. Birçok minare, türbe (Baykan’daki Veysel Karani türbesi) ve cami yaptığı halde; cumaya, camiye, mezarlığa gitmezdi. Namaz kıldığını hiç görmedim. Oruç da tutmazdı. Arapça okur-yazardı, dini konularda bilgisi vardı. Zaman zaman kendisine Ergani’den ve yakın ilçelerden hasta ve istekte (dilekte) bulunanlar gelirdi. Gelenleri geri çevirmez, dualar okur, gönüllerini alır, ücret almadan gönderirdi.

1970’lerde, devrimci sürece katıldığım dönemde bir gün keyifli bir şekilde kendisine “Baba, hastalarına ne yapıyorsun?” diye sormuştum. Bana şu cevabı verdiğini hatırlıyorum: “Bir şey yaptığım yok oğlum; dua okuduğum ballı, pekmezli ya da şekerli suyu içirip biraz da hastanın kendisine verip gönderiyorum” demişti. Anladığım kadarıyla gelenler, “Şeyh’e” geldikleri için mutlu olup gidiyorlardı. Yani bu, bir tür psikolojik “tedavi”, rahatlamaydı!

Bana göre, babamın Rufailiği ilk çocuklarının isminde de kendini gösteriyor. Ağabeyim Müslüm’ün ismi annesinin dayısının ismi olsa da, bana hep, Emevi Devleti’ni yıkan o büyük komutan Ebû Müslim Horasânîyi hatırlatır. Sanırım babamın tercihini de bu belirlemiştir. Cembekli Abbas dayı zaman zaman bunu dile getirirdi. O da Ebû Müslim’i çok severdi. Benimki zaten aşikâr Ali Haydar, anlatmaya dahi gerek yok. Hz Ali’nin ismi. Aslan Ali. Benden sonraki kardeşim Miktat’a ismini de, sanırım Hz Ali’nin altı sadık adamından biri olan, hayatını "adalet ve eşitlik" için tüketmiş Mikdad’ın isminden ötürü koymuştur. Bende ki kanı bu. Benimki sadece bir akıl yürütme, yanılıyor da olabilirim. Sağlığında sormadığım için pişmanım.

Babam 1970’lerin başında Hollanda’ya işçi olarak gitti. İzine geldiğinde her “gurbetçi” gibi teyp ve kasetler getirmişti. Bunların hemen hepsi; Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek gibi Alevi ozanların - sanatçıların kasetleriydi. Ayrıca konuşmalarında hep Alevi arkadaşlarından bahsederdi. Onları; dürüst, çalışkan, hile hurda bilmeyen, sazı - sözü olan, türkü söylemeyi çok seven insanlar olarak anlatırdı, "Onlarda türkü söylemek yarı ibadettir" derdi. Bize onları sevdiğini hissettirirdi.

Yine sevgili eşim Makbule’yi ailesinden isteme ve kendi aramızda yapacağımız nişan için babamı İstanbul’a davet etmiştim. Babam gelip arkadaşım Makbule ve ailesi ile tanışınca sevinmişti. Çünkü onlar Alevi bir aileydi. Babamın gözlerinin içi gülüyordu, çok mutluydu. Hem benim evlenme kararıma sevinmiş hem de eşimi ve ailesini Alevi ve mütevazı bir aile oldukları için sevmişti.

Onlar da babamı sevip rakı ikram etmişlerdi.

Bütün bunları şunun için anlattım: Alevi bir aile-sülale değiliz. Ancak, çocukluğumuzu gençliğimizi, sanki iyi Alevi bir ailede geçirdik gibi geliyor bana. Neden mi? Çünkü dayak, hakaret, namaz, oruç, Kur’an kursuna gitme gibi dini baskılar yoktu. Kız çocuklarına değer ve önem veriliyor, seviliyor, asla ve asla erkek çocuklarından ayrı tutulmuyordu. Düşününce ne kadar iyi bir anne - babamız, ailemiz varmış diyorum.

Ali sevgisi ailede hatta sülalede hep vardı. Osmanlı ve Cumhuriyet'in İlk yıllarında "Sofubekir" sülalesi olarak bilinirdik o bölgede. Müslüman bir kültürde büyüdük. Kişiliğimiz bu ortamda oluştu. Ancak ailede “şekilci Müslümanlık” yoktu.

Annemin dedikodusu, çekememezliği hiç olmadı diyebilirim. Çok çalışkan ve hanım bir kadındı. Tüm akrabalar ve komşular onu severdi. Namaz kılmaya son yıllarda başladı. Babamın da kıskançlığı, dedikodusu yoktu. O da çok çalışkan ve pratikti. Kötü alışkanlık olarak kumar oynaması vardı. Bu kötü alışkanlığı annemi ve bizi üzerdi.

Babamın şu nasihati yaptığını hatırlıyorum: “Uyuşturucu, hırsızlık ve zinadan uzak durun. Diğerlerini zaten söylesem de söylemesem de yapacaksınız. Düşe kalka yolunuzu bulursunuz. Ama bu dediklerim ailemize ve size zarar verir, ayrıca bunlar bizim aileye yakışmaz.”

O, demokrattı. Her işte akla ve bilime önem verirdi. Hurafelere inanmazdı. Hep okumamızı isterdi. Okuduysak onun ileriyi görmesi sayesinde okuduk. Kızlarına çok düşkündü, onları çok severdi. Onların okumasını çok istedi ve okuttu. Diğer iki amcam, kızlarını-Hilal hariç- okutmadı.

Matematik öğretmeni olarak matematik dili ile ifade edersem; Alevilik bizdeki Bektaşiliği, Kızılbaş Aleviliğini ve Arap Nusayrilerini kapsar, ancak İran Şia’sını kapsamaz. Onların Ali’si tarihsel Ali’dir. (şeriatçıdır) Bizim Ali’miz tarihsel Ali değildir. Ayrıca bizim Ali’miz İslam’daki Ali de değildir. Çünkü o Ali de tarihseldir (şeriatçıdır). Nasıl mı? Anlatayım.

Okuduklarımdan, gezip gördüklerimden, eşimin ve ailesinin Alevi olmasından dolayı şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bizdeki Alevilik, Anadolu’ya özgü bir inanç sistemidir. Birçok inanç sisteminin güzelliklerini kendinde toplamıştır. “Anadolu Aleviliği” olarak adlandırılan bu Aleviliğin ‘Ali’ bağlacı dışında İslam ve Şia ile bir ilişkisi yoktur.

İran’ın yönetim biçimi ve inanç sisteminin temelini İmam Caferi’nin şerri kuralları oluşturur. Tarihsel Ali imamlarıdır. “Cihatı İslam binasının temeli” olarak alırlar. Onlar için on iki imam çok önemlidir.

İran’ı Mollalar yönetir, şerri kurallar geçerlidir. Bu katı şerri kuralları, oniki imamı, kimileri Anadolu Aleviliğine sokmaya çalışsa da Anadolu Aleviliğinde, bizim Aleviliğimizde oniki imam ve bu şeri kurallar yoktur. Olsa da marazlı çok cılızdır.

Şimdi ülkemize daha yakından bakalım. Bizde geçerli din, Sünni İslam’dır. İslam’ın şartları da şunlardır: Kelime-i Şehadet getirmek/Namaz kılmak/Oruç tutmak/Zekât vermek/Hacca gitmek.

Anadolu Alevileri bunlarla ilgilenmez. Kendi üç günlük Hızır orucunu tutar. Sıkıntıya, dara düştüğü zaman “boz atlı Hızır’dan” yardım ister, “yetiş ya Hızır!” der. Sıkıntıda olanlara maddi yardımda bulunur. Camiye gitmez, namaz kılmaz. “Gönül Kâbe’sinde namaza durduklarını” (Pir Sultan Abdal) söylerler. Cem evlerinde sazla - sözle cem tutar, hacca da gitmezler. Hatta ozanları aracılığı ile şöyle derler:

Hararet nardadır sacda değildir/Keramet baştadır taçta değildir/Her ne ararsan kendinde ara/Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir. (Hacı Bektaşi Veli)

Yeri geldiğinde tanrısına sitem edip hatta onunla cennet cehennem konusunda alay da ederler.

Garip kullar yaratmışsın/Derde mihnete katmışsın/Onu âleme atmışsın/Sen çıkmışsın uca tanrı/Kıldan köprü yaptırmışsın/ Gelsün kullar geçsün deyu/Hele biz şöyle duralım/Yiğit isen sen geç tanrı. (Kaygusuz Abdal)

Böyle bir inanç nasıl olur da kendine Ali’yi önder seçer?

Bu soru çok önemlidir. Bütün sorun da burada düğümleniyor.

Tabi ki keyiflerinden değil. Tarihsel koşullar onları buna zorlamıştır. Bu durumu tarihçi - yazar Erdoğan Aydın çok güzel anlatıyor: “Biz de Müslümanız, ama biz Ali gibi Müslümanız. Üstelik siz ona ve Peygamber’in ailesine zulüm yaptınız, Peygamberin mirasına ihanet ettiniz. Dolayısıyla biz mülhit (Tanrıtanımaz) değiliz, ama siz münkir (Ali’nin halife yapılması gerektiği noktasında sözden dönen anlamında, inkâr eden) oldunuz” şeklinde, karşı tarafın ezberini bozan bir özsavunma hattı elde ediliyor. Yani XV yüzyıldan itibaren Ali’nin hızla benimsenmesi, Sünni egemenliğin devlet aracılığıyla etkinliğini arttırmasına bağlı olarak bir özsavunma güdüsünün yansımasıdır. (Erdoğan Aydın, Kimlik Mücadelesinde Alevilik, Literatür Yayınları, s.31)

Yani Alevi’ler tarihsel Ali’yi, Sünni İslamcılara ve devlete karşı, savunma kalkanı olarak kullanıyorlar. Kendi inanç sistemi içinde Tarihsel Ali’den (ki o Ali Müslüman şeriatçıdır) yeni, hak yemez yiğit, zalimin karşısında duran, fakir fukaradan yana, bilge, tek eşlilikten yana, cihanmert bir Ali yaratıyor. Bu Ali, cihatı değil barışı savunan Ali’dir.

İşte bizim Ali’miz bu son yaratılan Ali’dir. Onun için ismim Ali’yi ve Alevileri seviyorum.

Aleviler, Türkiye için büyük bir şanstır. Yoksa muhafazakâr, şeriatçı-türkçü İslamcılardan nefes alamazdık. İyi ki varsınız Canlar!

Ali Haydar Üzülmez - İstanbul/Kadıköy/Göztepe – 15.06.2020

Not: Aramızdan ayrılan sevgili Hava annemi, eşim Makbule'yi, Cuma babamı ve değerli kayınpederim Ali'yi; yaşamları boyunca çalışan ve yalınız emekleri ile geçinen bu güzel insanları sevgi ve saygı ile anıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Ali Haydar Üzülmez Arşivi
SON YAZILAR