Ali Haydar Üzülmez

Ali Haydar Üzülmez

HAYBER KALESİ CENGİ VE BİTMEYEN DİN SAVAŞLARI

HAYBER KALESİ CENGİ VE BİTMEYEN DİN SAVAŞLARI

Yavuz Turgul’un Züğürt Ağa filminin bir sahnesinde ağa Şener Şen şöyle der: “ Ben pehlivan Ali’ye derim, bizde pehlivan mıyız?” Kast edilen Ali, Hz Ali’dir. Hayber Kalesi savaşını anlatan hikayede Ali’nin kahramanlıkları, cengaverliği anlatılır.

Fahri dedem Çermik’te Culfacılık yapıyordu. Evinin bir odasına bez dokuma tezgahı kurmuştu, sabahtan akşama kadar bez dokurdu. Akşam yemeğinden sonra dinlenmeye çekilir, ikindi namazını beklerdi. Bu bekleme esnasında gaz lambasının ışığında dedeme dayım Ömer’le, çerçilerin kazaya getirip sattığı, Hz Ali’nin Hayber Kalesi hikayesini/cengini okurduk. Dedem çok mutlu olur, Şener Şen gibi: “yiğit/pehlivan ben ona derim” derdi.

Peki, bu Hayber nedir, neresidir? derseniz: “Hayber, Yahudilerin yerleşim yeridir. Medine ve çevresinden kaçan Yahudiler, kendilerini güvende hissedebilmek için bu kaleye sığınmışlardır.” Buraya bir virgül koyalım ilgili başka bir anlatıma geçelim.

“13 Kasım 2015'te Paris'teki bir konser salonu, stadyum, restoranlar ve barlara düzenlenen saldırıları Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) üstlenmişti. 130 kişinin ölümüne neden olan saldırılar, barış zamanında Fransız topraklarındaki en büyük can kaybına yol açmıştı.” Bu saldırının yapıldığı gün, Tv kanalları bir taraftan olay yerinden haberler verirken diğer yandan Tv kanallarında açık oturumlar düzenlenmişti, o oturumlardan birinde( sanırım Haber Türk kanalıydı) ilahiyatçı hocalar; İslam dini barış mı, savaş mı dinidir, tartışmasını yaptılar. Değerli bir hocamız aynen şunları söyledi:” Şu anda saat 10, şu an konuşmaya başlasam sabah 10’a kadar İslam dinin size barış dini olduğunu ayetlerle anlatabilirim; yine aynı şekilde şimdi başlasam sabah 10’a kadar İslam dininin bir savaş dini olduğunu da ayetlerle anlatabilirim. Dolayısıyla bu mesele herkesin bakış açısına ve tutuğu tarafa göre değişir.” Dedi, bu açıklama bana çok doğru gelmiş, hoşuma da gitmişti. Ben de o dönem bu konuyu merak edip araştırıp bir yazı yazıp arşivime almıştım; Ora Doğu’da “vadedilmiş topraklar” sloganı karşılıklı kullanılarak din

ve çıkar savaşları çok acımasızca devam ederken, arşivimde bekleyen, başka yerde yayınlanmayan bu yazımı siz okuyucularımla paylaşmak istedim. İşte o yazı.

Soru şu: İslam, gerçekten barış dini mi yoksa savaş dini midir?

İslam ülkeleri, devlet adamları, siyasetçiler, bürokrat ve din görevlileri yıllardır aynı şeyi tekrarlayıp durmaktadırlar: “Dinimiz İslam, barış dinidir. Allah’ın rahman ve rahim (her canlıya acıyan ve merhamet eden) sıfatlarını içinde taşıyan dinimiz savaş dini olur mu? O, huzur ve hoşgörü dinidir.” Yeri geldiğinde de “İslam’da ruhban sınıfı yoktur. Rehberimiz Kur’an ve akıldır.” deyip övünmektedirler.

Bakalım böyle midir?

İslam’ın çıkış merkezi Mekke’dir. Hz. Muhammed peygamberliğini ilan ettiğinde ona ilk inananlar eşi Hatice, amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali, Ebubekir, Osman ve bir avuç insandı. Bu dönem, uzlaşı aranılan, kendi peygamberliğini ve dinini çevresine kabul ettirmeye çalışan,“Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Kâfirûn Sûresi, 6. Ayet) diyen bir peygamber ve dinle karşı karşıyayız. Ancak Mekke’nin ileri gelenleri, Muhammed Peygamberi bir tehlike olarak görüp öldürme kararı alınca; “Yesribliler denen bir grup onunla temasa geçti. Yesrib, Yahudi kabilelerin kuzeydeki bir vahada kurduğu bir şehirdi ve orada pagan zanaatkar ve çiftçiler de yaşıyordu. Ondan kabileler arasındaki kan davasını sona erdirmesini istediler. O ve ona inananlar Yesrib’e (Medine) hicret etti ve şehir o tarihten sonra Medinetü’n Nebi – Peygamber’in Şehri - olarak bilindi. Orada, beraber geldiği takipçileri ile kendilerine yardımcı olanları ve Yahudi müttefiklerini birleştirerek yeni bir toplumun temelini attı – Ümmet. Bu olay 622 yılında gerçekleşti ve bu tarih İslam takviminin başlangıcı kabul edildi.

Muhammed yetenekli bir arabulucuydu ve fikir üretmek konusunda çok başarılıydı. Medine’de Yahudilerle birlikte yaşarken ilk camiyi (mescit) kurdu ve Kudüs’teki Tapınak’ı kıble, ibadet yönü olarak kabul etti. Cuma günü güneş battıktan sonra ibadet etti – Yahudi Sebt günü – Kefaret Günü’nde oruç tuttu, domuz etini yasakladı ve sünneti kabul etti.” (Simon Sebag Montefiore, KudüsL Bir Şehrin Biyografisi, Pegasus Yayınevi, s.174 – 175)

Görüldüğü gibi Muhammed, Mekke’de uzlaşı arıyor. Medine’de de uzlaşı ve hoşgörü lideri olarak ortaya çıkıyordu. Taraflar arasında “Medine Sözleşmesi’ni” yapıp Medine’ye yerleşiyor. Medine’de site devleti kuruyor. Mescit açıyor, ümmetine namaz, oruç, sünnet kurallarını getiriyordu.

Bu dönemi, İslam’ın barış dönemi olarak adlandırabiliriz!

Artık İslam’ın Medine dışına çıkıp yayılma dönemi gelip çatmıştır. Muhammed, ilk seferlerini Mekkelilerin ticaret kervanlarına karşı düzenler. Bunun için ümmetine vahiy geldiğini bildirir.

“Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler hâlinde yahut topluca savaşa gidin.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Nisâ Sûresi, 71. Ayet)

“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Hac Sûresi, 39. Ayet)

Başta Ebu Sufyan olmak üzere Mekke ileri gelenlerinin ticaret kervanlarına karşı ganimet savaşları sürdürülür. Bu savaşlarda binlerce insan ölür.

Mekkeliler Muhammed’in ümmetine yani Medinelilere saldırınca, Medine’deki diğer toplulukların özellikle Yahudilerin Medine Sözleşmesi gereğince Müminlerin yanında olması gerekirken, savaşı açan Hz Muhammed olduğu için tarafsız kalırlar ya da yer yer Mekkelileri desteklerler.Muhammed de bunu bahane ederek Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kureyza ve Heyber Yahudilerine tek tek savaş açar.

“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik etmesinden korkarsan, sen de antlaşmayı bozduğunu aynı şekilde onlara bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Enfâl Sûresi, 58. Ayet)

“Allah, kitap ehlinden olup müşriklere yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine büyük bir korku saldı. Siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir ediyordunuz. (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ahzâb Sûresi, 26. Ayet)

“Allah, sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ahzâb Sûresi, 27. Ayet)

Görüldüğü gibi yapılan savaşlar da bu ayetlere dayandırılır. Bu savaşlarda büyük ganimetler elde edilir. Yahudilerin bütün mal varlıklarına el konulur. Binlerce Yahudi erkek öldürülüp(özellikle Beni Kureyza kabilesinden 600 erkeğin topluca başı kesilir açılan hendeklere atılır. Bu olay tarihe Beni Kureyza katliamı olarak geçer.) Kadınlar ve çocuklar cariye, köle olarak alınır Suriye, Şam taraflarına götürülüp satılır.

Ümmet, iki taraflı yapılan bu savaşlarla zenginleşir.

Artık doğrudan Mekke’nin üzerine gitme zamanı da gelmiştir. Mekke müşriklerine savaş açılır. Müşrikler yenilir. Ebu Sufyan, Muhammed’e boyun eğer, İslam’ı kabul eder. Mekke alınır. Kâbe, İslam’ın yeni merkezi olur. Hz Muhammed peygamberlik süresince 60 gaza savaşı yapmış, bunların 27 tanesine bizatihi katılıp, ganimetlerin 1/5’ini ve cariyeler de almıştır.

İslam’ın barış dini mi, savaş dini mi olduğuna siz karar vereceksiniz!

Devam edelim;

Kısa dönemde tüm Arapların dini haline gelen İslam, artık Arapların dışında başka halklara, kabilelere daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde savaş açar. İlk saldırı, Hz. Ömer döneminde Diyarbakır’a yapılır. “Bu dönemde, Amid (Diyarbakır) Meryem-i Dara adında bir kadının yönetimindeydi. Amid’i 5 ay süreyle kuşatan Arap orduları surların gizli geçidinden girerek, 639 tarihinde kenti ele geçirirler.” “O ordu (İslam ordusu AHÜ) nerede harekete geçse koca dağlar civa gibi titremeye başlar. Fetihle birlikte her şey yakılmış, yıkılmıştır. Eskiye ait, eski inanışlara, eski kültürlere, bilimle ilgili olanlara ait ne kadar kitap, belge ve yazılı nesne varsa talan edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır, imha edilmiştir.(…) Bunları Doğu ve İslam âleminin ünlü tarih ve sosyal bilimcisi İbn-i Haldun, Mukaddime adlı eserinde söylüyor. Bu nedenle, Halife Ömer, yani Müslümanların adil olmasıyla övündükleri Hz. Ömer için; ‘Onu Tanrı yargılasın’ demekte ve şunları yazmaktadır: ‘İlimler çok olduğu gibi kavimler ve milletler arasında hakîm ve filozoflar da çoktur. Elimize geçmeyen ilmî eserler, elimize geçenlerden daha çoktur. Halife Ömer (onu Tanrı yargılasın), Fars feth olunduğunda eski Farslardan kalma eserler yok etmeyi emretmiş olduğu için, Farsların ilimleri ve eserleri yok oldu gitti. Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin ilimleri, kendi çağlarında bilginlerin meydana koydukları eserler ve bunların neticeleri nerede? Me’mun ecnebi dillerden tercüme ederek meydana çıkarmayı emrettiği ve tercüme edenler çok olduğu ve pek çok paralar sarf ettiği için ancak bir kavmin ilmi ve eserleri saklanabildi ki bu kavim de Yunanlardır. Yunanlardan başkasının ilmine vakıf olamadık.’” (Müslüm Üzülmez, Çayönü’nden Ergani’ye: Uzun Bir Yürüyüş, kendi yayını s. 62-64)

Hani İslam akıl ve bilimden yanaydı!

Nerede akıl, nerede bilim!

Verimli Mezopotamya topraklarının ve Diyarbakır’ın alınmasıyla İslam orduları, doğuya yönelerek Sasani İmparatorluğu’nu yok etti. Türklerin yaşadığı Orta Asya coğrafyasını işgal edip yüzbinlerce Türkü köle yaptı, o topraklarda büyük katliamlar gerçekleştirdi. Türkler zorla Müslümanlaştırılmaya çalışıldı. Bu durum, yüz yıllar sürdü.

Türk halkının kendisi gönüllü bir şekilde İslam dinini hiçbir zaman kabul etmemiştir. Semerkant’da, Buhara’da binlerce Türk, İslam’ı kabul etmediği için darağaçlarında sallandırılmıştır. Ancak belirli bir süre sonra Türk yöneticilerin İslam’ı kabul etmeleri kendi çıkarlarıyla örtüşmüştür. İslam’ın cihat anlayışı yöneticilerin işlerine gelmiştir. Halkı da buna inandırarak cihat sırasında ölürlerse cennete hurilerin yanına gideceklerini, hayatta kalırlarsa büyük ganimetlere sahip olacaklarını sürekli işlemişlerdir. Halk da bilmediği bir dilde, kendi inancına yabancı, farklı bir kültürü olan bu dini korkudan veya çıkarları için kabul etmiştir. Bu durum Karahanlılardan başlayıp Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletine kadar gelmiştir.

Osmanlı döneminde İslam dini, savaşlarla Avrupa’ya kadar yayılmıştır.

Batıda da Mısır’dan Kuzey Afrika’ya, İspanya’ya kadar cihat yapılıp yüzbinlerce insan öldürüldü, kalanlar köleleştirerek zorla Müslümanlaştırıldı veya köle pazarlarında satıldı.

Şimdi başa dönerek İslam dininin bir barış dini olduğunu söyleyebilir miyiz?

İslam’ın, kısa dönem Mekke – Medine’de varlığını kabul ettirme ve büyüme sürecinde bir barış dini olduğunu yukarıda söylemiştik. Ancak Medine site devletinin kurulmasından sonra Mekke ticaret kervanlarına, Medine’deki Yahudi ve diğer kabilelere acımasız saldırılar ve savaşlar sürdürerek kısa dönemde Mekke’nin ve Arapların birliği sağlanarak verimli Mezopotamya topraklarından Anadolu’ya, Mısır’dan İspanya’ya kadar yüzyıllarca savaşıp bu toprakları fethederek buralarda İslam’ı kabilelere (halklara) zorla kabul ettirmiş bir savaş dini olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durumda İslam’ın bir barış dini olduğunu söyleyemeyiz.İslam’ın, fetih ve gaza dinidir. Yayılmasını, büyümesini savaşlarla sağlamıştır. Bugün de yöneticilerin, siyasetçilerin, diyanet yetkililerinin ‘İslam’ın bir barış ve hoşgörü dini’ olduğunu söylemesi, radikal İslamcıların dışındaki siyasi olmayan halk kesimlerinin “İslam dini barış dinidir” demesi ne kadar inandırıcıdır? Bu bir anlamda İslam’ın İslam’a propagandasından ve devlet yöneticilerinin, siyasetçilerin dini siyaset aracı olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Aynı soruyu Avrupa’dan Amerika’ya, Rusya’dan Güney Afrika’ya, Müslüman olmayan halklara ya da yöneticilere sorduğumuzda aldığımız cevap “İslam, savaş dinidir.”olacaktır. Müslüman olmayan insanlardaki bu algı, son yıllarda El-Kaide, Taliban, IŞİD, Boko Haram gibi cihatçı örgütlerin dünyada estirdiği terörle daha da güçlenmiştir. Hiç de haksız değiller. Bizdeki yöneticiler ve İslami ileri gelenler bu cihat örgütlerinin “İslam’la bir alakası yoktur.” deseler de inandırıcı olamıyorlar, çünkü günümüzde İslam’ın dışındaki başka inançlarda bu tür örgütler dinleri adına çıkıp başka insanları öldürüp dünyada terör estirmiyor. Neden bu örgütler sadece Müslüman toplumlardan ve ülkelerden çıkıyor? İslami yöneticiler bunları “Batı’nın oyunu” olarak nitelendiriyorlar, ama bu inandırıcı değil, basit ve sıradan bir savunmadır. O zaman neden Müslümanlar, kendilerine düşman gördükleri bu Batılıların inançlarını istismar edip bu tür örgütler Batı’da yaratamıyorlar. Demek ki bu söylenenler gerçekçi değil.

İslam’ın bu zihniyetle, geçmişteki fetih, cihat anlayışıyla bugünkü dünyada varlığını sürdürmesi, huzur bulması olası değil. Bulmadığı da ortada. Kendimi bildim bileli İslam ülkeleri sürekli kendileri veya birileriyle savaşıyorlar. Açlık, yokluk, yoksulluk, işsizlik, cehalet bu topraklarda. “İslam hoşgörü dinidir” deniliyor, bu topraklarda hoşgörü yok! “Huzur İslam’da” deniliyor, huzur yok! Binlerce mülteci karadan, denizden arkalarında ölüler bırakarak “kâfir”dedikleri ülkelerde huzuru bulmaya çalışıyor. Din kardeşi Suudların kapısını kimse çalmıyor. Huzuru orada aramıyor. Oysa petrol, para orada! Kâbe de orada!

Bu, sizi hiç düşündürmüyor mu?

“İslam akla dayanır.” deniliyor. Akla, bilime dayanıyorsa içinde bulunduğumuz durumu nasıl izah edeceğiz. İlkokul mezunu olmayan bir imamın arkasından yüzlerce general, yüzlerce pilot, binlerce muvazzaf subay, yüzlerce vali, kaymakam, savcı, hâkim, akademisyen üniversite öğrencileri, öğretmen, doktor, koca koca devlet adamları, işverenler; burnunu sildiği kâğıt peçeteyi almak için birbiriyle yarışan “akıllı” insanlar. Bu mu İslam’ın akıl dini olması?

Dinler akılla açıklanmaz!

Dinlerin bilimle de ilgisi yoktur!

Dinler inançtır, iman edilir!

Okuduğu kutsal kitabını (Kur’an), kıldığı namazın duaların sözlerini, anlamını bilmeyen bir toplumda yaşıyoruz. Bunu unutmayalım!

İslam’ın kendisiyle yüzleşerek, bilgi ve iletişim çağında fetih, gaza ve cihadı bırakıp yönünü bilime, Ar-Ge’ye, akla, çevreyle ilgili sorunlara, hoşgörüye, hümanist değerlere, çoğulculuğa, birlikte yaşamaya, hukuka, demokrasiye çevirme ihtiyacı vardır.

İslam’ı da bu çıkmazdan çekip çıkaracak olan demokrasi olacaktır!

Böyle düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali Haydar Üzülmez Arşivi
SON YAZILAR