Buraları hiç sevmedi, yalandan olsa bile…
Öylece, gitti kendi yoluna. Daha ilk günden anladım ki buraları, onunla akşam üstü vakitlerine bittiğim, her bir yanı gül bahçem Hewsel’e bakan kadim payitahtı, güneş ülkesinin kalbi bu şehri hiç sevmedi, yalandan olsa bile sevmedi, sevemedi. Öylesine, belki de kibarlık olsun diye, “Su kadar…” dese de ona inanmadım, sonu gelmeyen arayışını, sesindeki tını, boşlukta kayıp giden gözlerini hatırladım, onu hep ele veriyordu. Sabrı tükenmiş şairine öfkeli bir şiir gibi hep yoldan çıkıyordu, hep eksik yaşayarak uzağı hayal ediyordu, hep ıssız küçelerinde kaybettiği aşkını bulma telaşı içinde koşuşturuyordu. Ve sonunda gün yüzüne, sırtını verdiği dağa, yalın ayak dolaştığı toprağa, umarsızca gönlünü kaptırdığı rüzgara, su kadar sevdiğim tapınağıma, reşxweşik olduğu Karacadağ’a, hatta her gelişinde güzelliğine bittiği her bir yanı taş deryası Fertûl’a bile küs çekip gitti, geride bıraktığı her şeye, herkese kırgın ve bir başına. Yüreğimi esir alan, beni bir ömür peşinde sürükleyen deli dolu haline hayıflanıp durdum, ufukta kaybolana kadar ardından bakakaldım. Bilge bir çobanın himayesinde firari yaşadığım çocuk halimle yokluğuna, bitmek bilmeyen özlemine kül oluşum bir yana, o Mayıs ayının en albenili günlerinde, illa ki yeri göğü kızıla çalan gün batımında ta Kura Mandel’de dalıp gittiğim muhteşem Nemrut’u, kudreti öfkesinden büyük asi Fırat’ı karanlığına boğan edebi tapınağını terk eden Tanrı güneş gibi, ömrü boyunca can olduğu sevdiklerince anlaşılmadan, üstelik geride bir iz, bir emare bırakmadan, kendince, çekip gitti…
*
Güneşimin yolunda ölümsüzleşen Xweda’nın aşkı, edebi şifacım Gula’nın tapınağında, bilinen bütün Tanrıları olduran ana tanrıçam Kybele’nin huzurunda bir defa söz verdim, peşinden gitmeyeceğim, ne bugün ne yarın, ne gökte ne yerde onu aramayacağım, sınırları ta Şêx Şerfedîn’in sığınağı can Şengal’den efsane kral Paliya’nın aşılmaz bildiğimiz deniz kavmine el aman eden kalesi Amanoslara kadar uzayıp giden Milanî toprakların kayıp şehri Xweşkanî’yi yakıp yıkan Asurlu Salmaneser’in gazabından kaçarken Habur boylarında yolunu kaybetmiş talihsiz prensi, efsanevi Jiyar’ı aramadığım gibi onu aramayacağım, kendi yoluna gitmesi onu özgürleştireceğini biliyorum. Emanet bıraktığı yarayla yoluma gideceğimi, her nereye giderse gitsin, her nerede olursa olsun hiç yaşanmadığına emin olduğum sırlarına sığınak olmaya devam edeceğimi, hatıralarıyla yanıp tuttuşsam bile birlikte sonsuzluğa uğurladığımız Soro’nun hayat verdiği Termik’e siyah bir gül olması umuduyla yaşayacağımı, her vurulduğunda bedenimden bir parça yitirdiğim Miştenûr’un ağırlığınca, beni imandan eden sahte gülücüklerine, kışkırtıcı yalanlarına, öldürücü iftiralarına inanmamı istemesine rağmen, o biliyor…
*
Bir defa söz verdim, Büyük İskender’in sıkışıp kaldığı Zagroslardan, Rüstemi dövüşen kızların ve oğulların dağlarından bir solukta Gever’in buz kesmiş ıssız ovasına inen Barazî Cudan’ın yoldaşı, hırsız Pers alimlerine el aman etmiş ilk Zerdeşt’in sırdaşı, Hakkari beylerine inat Cembelî ile Binevş’in su kadar sevdiği gola Lîs’in dağ güvercinlerine yoldaş olduğu, hadsiz Müküs beylerinin minnetine boyun eğmemiş hüznümün şairi Mele Huseynê Bateyî’nin sır olduğu Berçelan’la milmilane yaşayan güzelim Nebirnav’a can olmuş isimsiz bir gerillanın günlüğüne dalıp giderken tesadüfen bulduğum ilk saf aşk, inatçı rahiplerin tutsağı güzel Tamara’nın Van denizine hayat veren ilk ışıltı, dağ, taş Siyabend ile Xecê’yi ararken yolumu kaybettiğim Sipan’da karşılaştığım ilk habercim, Ezdaî dervişlerin ölümsüz miri, Kürt avazın büyük dengbêji Evdalê Zeynikê’nin, kadim Kürt koçerlerin cenneti Faraşin’de verdiği son nefesi ihanete öfkeli Gewdî kadınların çığlıkları arasında kaybolan Ozan Serhat’ın sesine ses olduğu Urartulu altın yüzlü tanrı, arşa kanatlanmış ilk tanrı Urartulu Haldi şahidimdir, İbrahimi sözümden dönemem…
*
Ama ne durdum, ne gittim, arafta kalmaya bıraktım kendimi, çaresizce çöktüm ömürlerince insan bedenine aç yaşayan akbabaların düzündeki ölüler taşına, bilmem kaçıncı yıldız kaydı, kaçıncı baykuş can derdindeki acemi fare avına kanatlandı, hiç sevmediğini bildiğim yerden, ayazına sığındığım ilk geceme çöken karanlığında, onsuz geçecek ilk günün korkusu içinde izledim yaz kış her dem duygu kırılmalarıma sığınak, baş belası sanrılarıma korunak olmuş Şeyh Zara’nın mekanı Girêsor’un sırtına çöken silüetini, yokluğuna hayıflanarak gülümsedim. Şimdi lal, şimdi benden uzak, hasretine boğulduğum tanrıçam, bilge annemden bana can olmuş biricik hatırası kör dengbêj Siltanê Reş’in gittiği her köyden kovulmuş aykırı yüreğimi dara çeken kilamını sessizce mırıldanıyorum, “Çû, pênekeve…” Öyle ya, giden gitmiştir, kalubeladan bu yana dört bir yanı yangın yeri gülistanımın gelini, Zor Temir Paşa’nın gözbebeği Edûl’un ölümsüz aşkı Dewrêşê Evdî’nin Kejî koçerlerin Ezdaî çocuklarına kıyamete kadar emanet bıraktığı cennetim Mêrgêmîr’e düşen ilkyaz yağmuru tanesi olsa bile peşine düşmeyeceğim, aramayacağım, yolunu beklemeyeceğim, bitti…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.