Sıradan Kötülük, Liyakatsizlik ve Çalışmama Hali
Bugün pek çok insan iş yerinde mutsuz. Sabah işe gidiyor, görevlerini yerine getiriyor ama akşam eve dönerken içinde bir boşluk hissediyor. Yaptığı işin ne kendisine ne başkalarına anlam kattığını düşünüyor. Bu sadece iş yoğunluğu değil; çok daha derin, sistematik bir sorun.
Filozof Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu adlı eserinde yaptığı ayrımlar, bu sorunu anlamamıza yardımcı oluyor. Arendt, insan faaliyetlerini üçe ayırır: emek, iş ve eylem.
• Emek, sürekli tekrarlanan, kalıcılığı olmayan, yalnızca hayatta kalmak için yapılan faaliyetlerdir.
• İş, daha kalıcı ürünler ortaya koyma çabasıdır.
• Eylem ise özgürce düşünmek, konuşmak, birlikte hareket etmektir; insanı insan yapan şeydir.
Günümüz kurumlarında ise insanlar genellikle emeğin tekrarına sıkışıp kalıyor. Bitmek bilmeyen toplantılar, anlamsız raporlar, “yapmış olmak için” yapılan işler… Ne üreten var, ne gerçekten dünyada iz bırakan bir iş yapan. Üstelik liyakatsizlik ve vizyonsuzluk egemen olduğunda, ortaya çıkan sonuç daha da iç karartıcı oluyor. Yetkin olanlar değil, yakın olanlar ödüllendiriliyor; yaratıcı düşünenler değil, itaat edenler öne çıkıyor.
Burada Karl Marx’ın kendine yabancılaşma kavramı devreye giriyor. Marx’a göre insan, emeği kendi iradesi ve yaratıcılığıyla ortaya koyamadığında, yaptığı işe, ürettiğine ve sonunda kendisine yabancılaşır. Bugün birçok çalışanın yaşadığı tam olarak budur. İş yerinde verilen görevleri mekanik biçimde yerine getirir ama o işten ne bir tatmin duyar ne bir anlam çıkarır. Kendi potansiyelini gerçekleştiremediği için kendini değersiz hisseder.
Peki ya çalışanların giderek artan isteksizliği, işten soğuması ve hatta “çalışmama isteği” ne anlama geliyor?
Bu, bireysel bir tembellik değil; yabancılaşmanın ve anlamsızlığın doğal sonucudur. İnsan, emeği üzerinde söz sahibi olamadığında, yaptığı işin değer üretmediğini ve sadece bürokratik bir çarkın dişlisi olduğunu hissettiğinde, içsel bir direnç geliştirir. Arendt’in eylem alanının tıkanması ve Marx’ın yabancılaşması birleştiğinde ortaya çıkan bu içsel direnç; aslında bir pasif isyan biçimidir. Kısacası, isteksizlik; kişinin, kendisine ve emeğine değer verilmeyen ortamlarda verdiği en doğal ve insani tepkidir.
Bir diğer tehlike ise Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramında gizlidir. Kötülük; bazen kötü niyetle değil, sorgulamadan, düşünmeden, akıl dışı talimatları uygulayarak sıradanlaşır. Liyakatsizlik, keyfi kararlar ve kapasitesiz yöneticilerle dolu kurumlar da bu sıradan kötülüğün bir parçası haline gelir. Bu ortamda çalışanlar, zamanla düşünmeyi bırakır, sorgulamaktan vazgeçer, sessizce uyum sağlar ve sonra da isteksizlik baş gösterir. Çünkü artık eyleme dair umut kalmamıştır.
Peki çıkış yolu ne?
Her şeyden önce kurumların liyakate dayalı, adil ve yaratıcı ortamlara dönüşmesi gerekiyor. Gerçek anlamda üretim ancak insanların özgürce düşünebildiği, farklı fikirlerin dinlendiği, yaratıcı katkıların teşvik edildiği ortamlarda mümkün olur. Yönetici koltuğuna oturanlar, yalnızca talimat veren kişiler değil; vizyon koyan, çalışanlarını destekleyen, düşünmeye ve üretmeye alan açan kişiler olmalıdır.
Marx’ın yabancılaşma eleştirisi ve Arendt’in eylem kavramı bize şunu hatırlatıyor: İnsan olmak; sadece verilen işleri yapmak değil, üretebilmek, düşündüğünü ifade edebilmek, dünyaya katkıda bulunabilmektir. Bunu mümkün kılmayan kurumlar ise yalnızca insanları değil, kendilerini de yavaş yavaş tüketir.
Ve sonunda, hiçbirimizin içine sinmeyen ama herkesin kabullendiği bir sıradanlık içinde kayboluruz. Bu yüzden, bugünün dünyasında en büyük cesaret; düşünmekten, sorgulamaktan ve yaratıcı eylemde bulunmaktan vazgeçmemektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.