Zülküf Kışanak

Zülküf Kışanak

Kürtlerin büyük yenilgisine hayıflanmıştı…

Kürtlerin büyük yenilgisine hayıflanmıştı…

İbrahim’i ilk defa ailece çalıştıkları Herbeli’nin bahçesinde görmüştüm, daha çocuk sayılacak yaştaydık, ortaokullu yıllar olmalı. Annemin iş arkadaşı ve yoldaşı olan annesi tanıştırmıştı bizi, Kürtçe, “İbramê min jî dixwîne…” diye. Ayrı okullarda okuyorduk o zaman. Lisede bir araya geldik, Tarsus Kimya Teknik Lisesi’ni birlikte, aynı sınıfta, aynı laboratuvarda, aynı sıralarda okuduk. Dört yılın sonunda o Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Ziraat Mühendisliği’ni kazandı, ben ise Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü'nü, ayrıldık. Üniversite yıllarında bir defa İstanbul’da buluştuk, hiç beklemediğim bir anda çıkıp gelmişti, birkaç gün kaldı bende. Onunla Bayazıt’ı, Kapalıçarşı’yı, Sultan Ahmet’i, Ayasofya’yı, Topkapı Sarayı’nı, Yerebatan Sarnıcı’nı, Çağaloğlu’yu, Sirkeci’yi, Eminönü’yü, Karaköy'ü, Tünel'i, Galata Kulesi’ni, Beyoğlu’nu, Taksim ve çevresini yayan gezmiştik, hatta çok sevdiği namıdiğer Yılmaz Güney olan efsanevi kahramanımız Yılo’nun da uğradığı, mekan tuttuğu Yeşilçam sokağına bile götürmüştüm onu. En çok Kürt Teali Cemiyeti’nin kurulduğu, yirminci yüzyılın başlarında faaliyet yürüttüğü, can olduğu tarihi Sirkeci Büyük Postane’nin yakınlarındaki Erzurum İşhanı onun ilgisini çekmişti, uzun süre binaya bakakalmış, geçmişe, Kürtlerin, Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından gelen büyük yenilgisine, bölgeyi haritalar üzerinde cetvelle dizayn eden emperyalist sömürgeci devletlerin çıkmaz sokaklarındaki kayıp yıllarına hayıflanmış, Kürdün makus talihine iç çekmiş, ağlamaklı bir sesle, “Vay be…” demişti.…

*

İbrahim, özel biriydi, sınıfımızın en aykırı, en iyi gözlemleyen, en sıkı sır saklayanıydı. Arkadaşına, yoldaşına güven vermede üstüne yoktu. Ben onu Baba filmindeki İtalyan asıllı Amerikalı aktör Al Pacino’ya benzetirdim, o ise kendini Britanyalı efsane dedektif Sherlock Holmes rolündeki Basil Rathbone’ye benzetiyordu. En büyük hayali, özgür ülkesinde dedektif olmaktı, en çok da kötü adamları, illaki bozguncuları, hainleri enselemek, topluma yaydıkları laneti bertaraf etmekti. Gün boyu devam eden laboratuvardaki sıkıcı kimya derslerindeki başarısını, sonuç alıncaya kadar mücadele etmekten vazgeçmeyen dedektif Sherlock Holmes’in kendisinde hayat bulan sabrına bağlıyordu, ben ise onda hayat bulan Al Pacino’nun kararlı duruşuna, inatçı kişiliğine. Kendince karakter verdiği periyodik tablodaki elementlerle adeta oyun oynuyordu, Hangi element, hangi elemente karşı, hangi şartlarda, hangi tepkiyi verdiğini, neden verdiğini, nasıl verdiğini, onu hangi sonuca götürdüğünü bir bir buluyordu, gerekli, gereksiz hemen her bilgiyi kapağı olmayan buruşuk defterine, yamuk yumuk yazısıyla not ediyordu, sonu gelmeyen bir sabırla bellediklerini yazarak sonuca bağlıyordu. Ben ona, “periyodik tablonun efendisi, elementlerin yoldaşı Al Pacino…” diyordum, o ise hayır, “Sherlock Holmes’in inatçı Kürt hali…” diyordu. Efsane öğretmen Faik Teke’nin prensi, kızların gözdesi, pek yakışıklı, bizim Siverekli Üçlü Çete’nin şairi Rıfat ise her zamanki gibi sol yanımızdaki tarafsız bölgesinde özenle koruduğu özgür yaşam alanında kitap okurdu, aklına estiğinde de dört bir yanına çizdiği çiçeklerin boşluklarına şiir yazarak geçiriyordu, yaptığı şipşak deneyinin raporunu yazıp bir kenara attıktan sonra…

*

Kavga etmesini hiç bilmezdi aslında İbrahim, durduk yere ona sataşanlar olsa da o kendi yoluna gitmesini bilirdi, öyle herkesi ciddiye almazdı, her tehdidi umursamazdı, çoğu zaman da gülüp geçerdi. İstemeden olsa da kırk yılda bir kavgaya dahil oluyordu kuşkusuz, kapıya dayanan belaya bulaşıyordu. Bu durumlarda ise hep dayak yiyordu, ne yapsa da kendisini korumasını, gelen darbelerden sıyrılmasını beceremiyordu, öleceğini bilse arkadaşlarına sırt çevirmesini bilmezdi. Üstelik her kavganın sonunda onu kan tutuyordu, hiç beklenmedik bir anda yığılıp kalıyordu. Bu haliyle de er meydanını bırakıp kaçanlardan, çarpışmaların kızıştığı anlarda çaktırmadan yana çekilip ortalıktan tüyenlerden, en çok da safi olmamış kavganın tam ortasında tarafını unutup beyaz bayrak çekenlerden, illaki hiç olmadık bir anda barış havarisine dönüşenlerden nefret ediyordu. Her kavganın sonunda en çok dayak yiyen o, dövüş meydanına yığılıp kalan o olmasına rağmen tuhaf bir şekilde kavgacıları severdi, okulun, mahallenin ne kadar belalısı, kavgacısı varsa onunla can ciğer arkadaş, kadim dost olurdu. En önemlisi ise günün sonunda hep onun tarafı kazanıyordu, hiçbir kavgayı kaybettirmedi arkadaşlarına, yoldaşlarına…

*

Adana’daydım, yine hiç beklemediğim bir günde çalıştığım Özgür Gündem gazetesininin bürosuna çıkıp geldi, Cumhuriyet Üniversitesi’nden Çukurova Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptığını, aileye yakın geldiği için sevindiğini, kırık bir cümleyle de nişanlandığını, bundan sonra sık sık uğrayacağını, eski günlerdeki gibi takılacağını söyledi. Sözünde durmadı, sık sık gelmedi, doksan ikinin mayıs ayındaki son gelişini, ağır abi havasındaki son ziyaretini saymasam. Kuşkuyla karışık onu anladım, sohbet etmeye, niyetini anlamaya, daha doğrusu kendimce sıkıştırmaya çalıştım, yan çizdi, konuşmadı, konuşmak istemedi, aklımı karıştırıp gitti. Gidişi o gidiş oldu. Bir daha göremedim sevgili İbrahim’i, Sherlock Holmes’in ölümsüz hayranını, özlemi bitmeyen Al Pacino’mu, çocukluğumun can yoldaşını…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Zülküf Kışanak Arşivi
SON YAZILAR