ACI ÇEKECEKSİNİZ
El parmakları anadan doğma kısadır. Sanki kötü bir ormancı tarafından hepsi baltayla kesilmiş. Geniş alnı, morarmış gözaltı torbaları kral Midas’ı andıran büyükçe kulakları vardır. Şrek çizgi filminden fırlamış gibidir. Kısa boylu, üstünde ayak bileklerine kadar uzanan siyah bir paltosu vardır. Yürüyüşünde pişik olmuş izlenimini verir. Sahip olduğu kambur bedeni ağırlığında külçe altını olsa da görünüşü hepten fukaradır. Yüzündeki kırışıklarda acı, hüzün kol gezer. Kendisi iyi bir yazarın eline geçse abartısız bir destanlık hayatı vardır. Öyle bir malzemeye sahip ki sanki bir romana dönüştürmek için yaratılmıştır. Yüzü o kadar hüzünlü ki onu yazmak mümkün değildir. Yaşadığı bu liyakatsiz çağda kendisi bilmem kaçıncı kademe alt düzey bir devlet memurudur. Resmi evrak, getir götür işlerinden anlamadığı için kendisine en uygun temizlik işleri verilmiş. Düşmanı yok, sağı solu pek kestirilmediğinden dostu da yoktur. Ama ne zaman ortaya çıkıverse etrafı kalabalık olur, adeta padişahı eğlendiren saray soytarısı gibi kalabalığı şenlendirir. Kalabalığın kahkahaları aralıksız yüzüne çarpar durur. O da bu ilgiden memnun kısa süreliğine de olsa kendini dünyanın merkezinde görür.
Toprağa ayak basan herkes gibi onun da aklını aşan sıkıntıları var. Her maaş gününde yaşadığı dramlar bitmek bilmez. Banka köşesinde onu bekleyen bir çift el, pederi onu bekler. Parası suyu çekene kadar hayırlı evlat olur, omzu sıvazlanır. Banka dönüşü evin yolunu tutarken yol boyu sayıp sövmeye başlar. Çarşı pazar da söylene söylene görev yerine döner. Babasına maaşı kaptırdığı için mesai çıkışı bu sefer avrattan kazma kürek fırça yer. Maaşı birkaç günde suyu çekince çevresini tehdit eder. Gözleri döner, adeta bela arar. Doğuştan engelli kısa başparmağıyla insanları tehdit ederek “Acı çekeceksiniz” diye herkese beddua eder. İnsanlar da ya onun bedduası tutarsa diye içten içe korkar. Kendisi otuzlu yaşlarda kendi tabiriyle yirmi sekiz yıldır ana dili Kürtçe’nin (Dımılki) lehçesini konuşmaktadır. Bunun yanında Antalya da birkaç yıl tatil yapan turistler kadar Türkçe bilmektedir. Ne var ki zararı hep kendisinedir. Aklı bazı zamanlarda yokuş aşağı freni boşalmış koca tır gibi olur. Anlatsan da yırtınsan da boşunadır. Nasihat dinlemez buna ihtiyaç da duymaz. Sırların eline geçti mi onları alır eline bir mendil gibi meydana atıverir. Hiç affetmez. Kısacası bir üryan gibi davranır, tüm bildiğini pazara sürer. Kalabalıktan kaçmaya fırsat bulamayacağın kadar seni rezil eder. Hele maaş günü, kaptırdığı maaştan arta kalan harçlıkla sana bir şeyler ısmarlamışsa, tümden hapı yuttun. Cimriliği bilindiğinden kendini düze çıkarmaya çalışır. Ismarladığı şeyleri günlerce herkese ilan eder durur. Korkudan kimse onun çayına, çorbasına dokunmaz. Bir defasında acemiliğime denk geldi. Çarşıda sokakları adımlarken, birden ısrarcı oldu. İyice sordu hal hatırımı sordu. Sonra tutturdu “Ağaya ne alayım ”diye. “Ağanın sıhhati yerinde değil, manavdan iki limon alsan iyi gider ” dedim. Eni boyu bir metrelik siyah poşetin dibine koydu üç limonu. Ben limonu sıkarken, gelen gidene limonları işaret etti. “O limonları ben almışım, o limonlar benim paramla alındı ”dedi. Ne tadım kaldı ne de tuzum. Dayanamadım, yüzüne fırlattım üç beş limon parasını. Zoruna gitti, kaşlarını çattı, gözlerini kıstı, kalın kirpiklerini zorla oynattı, yüzü ağlayacak gibi oldu. Kısacık başparmağını gözüme sokarcasına “Ayıp değil mi bu yaptığın, bozukları almam” diye tutturdu. Defalarca ayıp değil mi diye tekrarladı durdu. Bir güzelce de bana ahlak dersi verdi. Dostluktan, bilmem daha neyden neyden... Olay tatlıya bağlanmadan hüzün dolu bakışlarla odamdan ayrıldı. Odamdan ayrılışı iç parçalayıcı bir ayrılık sahnesiydi. Unuttu limon meselesini, aldı fırçayı küreği çalışmaya koyuldu. Hem de ne çalışma.
Çalışırken fayton çeken beygir gibi terler. Yaz kış öyle ki Cennet Cehennem obrukları gibi alnından terler akar. Sonra dev kazanı gibi köpüklenir. İşi kolay değil, beş yıldır koridorların tozunu alır, alırken de tozlarla dans eder. Suruç’ta yetiştirilen meşhur koşu atları gibi tozları şaha kaldırır. Temizlik yapmasına yapar ama çöpleri asla yok etmez, çünkü onları bir köşeden alıp diğer köşeye bırakır. Telefonundan sinir bozucu müzikler eksik olmaz. Anlaşılmayan, merak edilmeyen sinir bozucu halay şarkılarının ritmine kapılır gider. Oldu olası peçeteye karşı mesafelidir, içi tozla dolan burnunu çeker durur. Abdest zamanı hariç suyu da pek sevmez. Allah bozmasın, imanı da sıhhati de yerindedir. Hatta bu konuda çizgisi nettir, sürekli insanları ibadete davet eder, namazınızı kıldınız mı diye uyarır. Dünyalar tatlısı bir çocuğu var. Çocuğuna çok düşkündür. Çocuğu hastalandı mı kıyameti koparır. ” “Oğlum hasta sabaha kadar uyuyamadım” der, ardından bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlar. Sakinleşmesi için belli bir zaman geçmesi gerekir. Yoksa tüm psikoloji dallarından birer uzman getirsen de fayda etmez. Acısını dindirmek için oğlunun fotoğrafını çıkarır. Bir ağlar, bir çalışır. Onunla iyi günlerim de yok değil. Her ne yaşasak da gene onunla dost olurum. Ergenlikte bu kısa parmakların sana sorun çıkartmıyor muydu dediğimde gülmekten kırılır. Cevap vermez utanıp kaçar. Herhalde aramızdaki en makara da budur. Mutlu olduğu başka anlarda olur. O da üstüne vazife olmayan işlere kalkışmasıdır. Temizlik işleri dışında tüm işler onun iştahını kabartır, başkasının işlerine burnunu sokmaya bayılır. Onu uyardığınızda bir çocuk gibi kırılır, gocunur. Üstüne bu kurumdan ayrılacağım diye tehdit etmeye başlar. Anlayacağınız sürekli tayin ister durur. Gün içinde sözlü olarak on defa bir başka kuruma atanır; ama her defasında elinde fırça ile merdivenlerde dolaşır.
Bu aralar öğrencilerden, velilerden şikâyetçidir. Vay efendim ben resmi devlet memuruyum; ama öğrenciler neden benden sonra okula geliyorlar bu ne rahatlık diye başlar sonrasında çocuklarla tartışır. Fırlamalar da lafını esirgemezler. O da bunu devlet memuruna hakaret sayar. Dilinde eksik etmediği, asla vazgeçmediği bedduasını devreye koyar, kısacık başparmağıyla “Acı çekeceksiniz, acı çekeceksiniz ” diye tutturur. Karşılıklı şikâyetler yıl boyu sürer. Şikâyetler bir sonuca varmadan kendiliğinden unutulur. Deli cesaretine sahiptir. Tepesi attı mı açar ağzını yumar gözünü herkesi tehditleriyle silkeler. Ama ona anlatılan bir şehir efsanesinden dolayı bu aralar keyfi kaçmış gibi. Efsaneye göre yıllar önce okulun temeli atılırken temelde küçük bir kızın mezarı bulunur ve mezar zarar görür, mezarda ki kız da okulun bodrum katında elinde helva tabağı ile dolaşır dururmuş. Bu efsane onu fena korkutmuş. Kafasını sallar. “Gezsin bakayım, helvacı kızda acı çekecek” diye söylenir. Bodrum katında temizlik yaparken korkmamak için hem zihnen hem de bedenen bir saniye boş durmaz, sürekli bir şeylerle meşgul olur. Ya yüksek sesle şarkı söyler ya ıslık çalar ya da müzik dinler. Korkusunu gene de bastırmaz en ufak sese hafif bir yele karşı iplikteki yazma gibi çabucak etkilenir, bezi beti atar. İşlerini üstünkörü hal edip bodrum belasından çıkar.
Hep korkacak değil ya bazen düğünlerde boy gösterir. Düğün sahibi tarafından vezir gibi ağırlanır. Halay başını çeker yoğun alkışlar eşliğinde burnunu çeke çeke damat evine geçip bir güzelce etli yemeğini yer. Düğün çıkışı karnını sıvazlar, karanlık sokaklardan ıslık çalarak evine döner. Hızlı adımlarla karanlığı yararak Hızır gibi evine varır. Eşine karşı kibardır, çekilmez tasarruflu halleri dışında iyi bir kocadır. Geçenlerde eşine birkaç poğaça almış; eşi canım istemiyor deyince kıyameti koparmış, şalteri atmış, olayı tüm kasabaya anlatmış. Yetmedi yolda gördüğü yabancı kişilere de anlatmış. “Vay efendim ben masraf yapmışım, poğaçaya para vermişim, eşim nasıl yemez” diye gün boyunca söylenmiş durmuş. Anlayacağınız harcama konusunda sınıf tekrarına kalmış. Çocuğuna takılan takıdan, evdeki iğnenin başındaki ipliğe kadar her bir şeyi ayrıntısına kadar bilir. Aslında kendi dünyasında gayet zekidir, ama maalesef onun dünyası bu çağımızın dışında kalmıştır. Fırsatını bulsa zalimliği de yok değil. Kurumda çalışan geçici temizlik işçisi gariban birisini tehdit edip durur. Hıncını ondan alır. Kendinden kat kat güçlü, uzun boylu bu adamı kısa şahadet parmağıyla tehdit eder. Olaya denk geldiğimde fırçayı küreğini alır sümüğünü içine çeker kaldığı yerden işine devam eder. Herkesle tanışmayı, konuşmayı sever ama ilk dakika da pot kırmaya başlar. Neyse ki kırdığı potları kimse umursamaz, unutulur gider. Kuruma müfettiş ya da bürokrasinin yamacına tırmanmakta olan amirlerin odasına girdiğinde işini gücünü bir kenara bırakır odada kendisine ayrılmamış koltuğa yığılıverir. İlkin saygılı din adamı gibi iki elini göbeğinin üstüne çapraz bağlar, ağır başlı durmaya gayret eder. O ağır başlı hali güneşe bırakılan buz parçası gibi çabucak yok oluverir. Temizlik işlerini tek başına yetiştiremediğine müfettişlere dert yanar. Okul tarafından gereğinden fazla bir köle gibi çalıştırıldığını söyler. Ne kaş ne de göz işaretinden, anlayacağınız hiçbir şeyden anlamaz. Yüzü karakolların önüne bırakılan perde beton gibi dümdüz sende misafirlerin karşısında kahrolup durursun. Sonrasında ne sen ne de bürokrasi kalır, ağzına geleni söyler.
Ona göre bu kurumda herkes yolcu o hancıdır. Yanıma uğrar “ Beş yıllık sigortamı hesapla, emekliliğime ne kadar kalmış ”diye beni hesaplarına dâhil eder. Kafadan sallama hesaplamamı beğenmez, telefonunu çıkartır doğrusunu hesaplamak gene ona kalır. Aramız bazen limoni bazen badem şekeridir. Şimdi bu yağmurlu havada muhtemelen çocuğu üşümesin diye sobaya tasarruflu davranarak kütük atmaktadır. Dilerim hayat ona kolay yüzünü gösterir, bacasında dumanı, ocağında aşı eksik olmaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.