Neçirvan BOZKAPLAN

Neçirvan BOZKAPLAN

HELİN’İN ANNESİ

HELİN’İN ANNESİ

Ekimin ortasıydı. Gelincik Dağı’nın yamaçları coşkuluydu. Okuldaki hırçın akasyanın dalları alıçları hırpalıyordu. Sinek Nehri keder akıyordu, ıslak yatağı adeta yer altına çekilmişti, tembelce toplanan top top berrak bulutlara küsmüştü. Kuru rüzgâr toprağı alıp götürüyordu. Sonbaharın uğultusunu bozan okulun zili kulakları tırmalıyordu. Kala Mahallesinde işsiz güçsüz dolaşanlar talaş ve ucuz kömür kokusunu içine çekiyor, boş gezenin gırtlağını kurşun gibi sıkan kuru öksürük, yerini balgam sesine bırakıyordu. Yarınsız yaşlıları sabah telaşı sarmıştı. Kim bilir belki de diz boyu yaşadığı fukaralığa son bir defa tükürmek için erken uyanıyorlardı. Erken uyanan başkaları da vardı. Kürdün sarı bozkırında çocukları tatlı bir telaşla sarmıştı. Hepsi de tasasızdı, hiçbirinin sırtında çantasından daha ağır dertleri yoktu. Gündoğumun bereketli ışınları öğrencilerin masum yüzünü Lice tütünü gibi sarartıyor, insan ömrünün cennet baharı çocukların karnını neşeyle dolduruyordu. Daldan düşen sarı, kırmızı, yeşil yapraklar insan ayağının değmediği yerlerde rüzgârdan saklanıp özgürce uzanıyordu. Güneşin batmasına bir deveboynu kadar zaman kalmıştı. Gelincik Dağı’nın sivri yamaçları koyu karanlık paltosunu üstüne geçirmişti. Küskün, durgunca akan Sinek Nehrini sıkıştıran derin kayalarda Antik Çağlardan kalma ok başları, yay, ceylan avcıları, avcıların yabanıl tavırları hüküm geçmez sert bakışlı yamaçların koyu gölgelerinde kaybolmuştu. Nehrin durgunluğu, ölüm harmanı ayrılık mevsimi sonbaharın sessizliğini bastıran çocukların sesi dışında şu garip gök kubbe altı bin yıl önceki gibiydi. Ölüm eken bu mevsim toprağına daima ölü ister.

Defterler, kitaplar heyecanla açıldı. Öğretmenlerin yorgun sesi yayıldı beton duvarlara, kat kat çekilmiş mala boşluklarına, kirli kalorifer peteklerine, tebeşir tozuna. Sevginin, aydın yarınların sesi ilişti kalem ucuna. Süt kokan çocuklar, cilasız ahşap sıralarda nergis çiçeği oluverdiler. Her biri öğretmenine karşı ayinlerde kutsal sözleri dinleyen yaşlılar gibi itaatkâr ve daima saygı doluydular.

Koridorda bir kadın göründü. Yarı koşar adımda, boğazı düğümlenmiş, düşer gibi hızlıca yürüdü. Kireç gibi solan esmer yüzüyle, birkaç defa göğüs geçirerek zor bela yanıma vardı. Ecelden, pis nefeslerden, kötü gölgelerden kaçar bir hali vardı. Sanki bana hiç yetişmeyecekmiş gibiydi. Koridorun sonunda, tam karşımda yakılarak boşaltılan köy tabelası gibi durdu. Sonra iki dizinin üstüne hafifçe eğildi, nefes nefese kaldı, kirpiklerini sıktı. Kurumuş dudaklarını hareket ettirerek: “Helin’i almaya geldim, yetişmesi lazım” dedi. Sözlerine “Annesinin cenazesine!” diye devam etti. Elim ayağım dolandı. Çocuk sesiyle dolan okul koridorunda cenaze sözü yüzüme fena çarptı. Boş koridorda dolandım. Helin’in sınıfına, bir üst kata çıktım, her kapı eşiğinde öğretmenlerin yorgun sesleri duyuluyordu; kiminki bitkin kiminki isyan doluydu. Helin’in sınıfına yürüdüm. Kısacık koridor yolu önümde uzadı, barış zamanında yeşile, isyan günlerinde kızılca akan Fırat, Dicle gibi uzadı. Uzay boşluğuna düşmüş kuş tüyü gibi git git varmaz oldum. Gözlerim nemlendi, kirpiklerim yazın sıcağında sele maruz kalan Karacadağ’ın çeltiği gibi oldu. Ölümün soğuk rengi düştü payıma, içimi hüzün doldurdu. Ölüm varlığıyla dizlerimi sıvazladı. Okulda pek çok soruna göğüs gerdim ama böylesini ilk defa yaşadım. Tecrübesiz, çaresiz er gibi bir başıma kaldım. Öğretmen öğrencisine defterin yok, kalemin yok diyebilir de öğretmen öğrencisine annenin cenazesine yetiş, annen öldü diyebilir mi hiç?

Hafifçe çaldım sınıf kapısını. Helin kapıya çıktı, kuşku duyarak titreyerek topladı kalemini, kitabını, belli ki ucuza mal etmiş karakarga desenli çantasını. Sebebini söyleyemedim, çünkü bu acı tarifin eğitimi hiçbir diplomada yoktu. Yürüdük az bir mesafeyi uzun mu uzun süren bir zamanda. Birlikte alt kata indik. Çekinerek, fark ettirmeden yüzüme bakıyordu. Alt kata indiğimizde akrabası olan kadını görünce şaşırdı, panikledi. Ters giden bir şeylerin olduğunu anladı. Kadın, Helin’i görünce onu kucaklamak ister gibi kollarını açtı; ama bunu yapamayacak kadar acı duyuyordu. Dudaklarını zor hareket ettiriyor, kar boran olmuş bedenine söz geçiremiyordu. İki de bir eteğini yandan çekiştirerek havadan düşen bir şeyi yakalayacak gibi yapıyordu. “Helin kızım haydi acele et gitmemiz lazım, anneni Diyarbakır Devlet Hastanesinden çıkartmışlar, iyileşmiş” dedi. Dilsizliğe çalan kurumuş dudağıyla bir daha mırıldandı. Bu sefer sesini daha da alçaltarak “iyileşmiş diye” tekrar etti. Helin: “Annem, iki aydır Malatya Devlet Hastanesinde yatıyor, ama nasıl böyle olur” dedi. Kadında şaşırdı. Neyse ki bunu düzeltecek zamanı yoktu, Helin’in kolunu sımsıkıca tuttu, bir yavru yaban ördeğini kanadından tutan onu kandıran avcı gibi. Helin duraksadı. Kendini geriye çekti. Anlayacağını anlamıştı. Güvercin titremesi indi bedenine. Boğazı düğümlendi. Hüzünlü kara gözleri, trajik “Notre Dama De Paris” sahnesinin loş ışıkları içinde kaybolur gibi oldu. Gözleri tekrarı olmayacak sahne perdesi gibi kapandı. Koridorun bir başında çaresizce bakakaldı. Annesiyle el ele tutuştuğu okulun ilk kayıt gününü hatırladı. Kim bilir belki de kırtasiye de aldığı mutlu aile boyama kitapları geldi aklına. Doya doya çizemediği o boyama kitaplarını… Beton yığını içinde ruhuna inen acı, küçük bedenini insafsızca hırpaladı. Sanki birileri kulağına durmadan “Annen öldü,” diye acı çeken bedenine bir orman dolusu odun taşıyordu. Artık sırtında çantasından daha ağır bir yükü vardı Helin’in…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Neçirvan BOZKAPLAN Arşivi
SON YAZILAR