Hayat-ı Alil(11)
“Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.” Franz Kafka
Ölüm; her insanın sadece bir kez deneyimleyebileceği, her din her ırk için farklı bir şeyin başlangıcı olan bir yolculuk yahut yolculuğun bitişi demektir bana sorarsanız. Yeryüzündeki her insan bir gün öleceğini bilerek atar adımlarını. Ağaçlardaki her yaprak bir gün kuruyacağını bilerek dalgalanır rüzgarda. İlkbaharda açar, yazın kendini gösterir ve sonbaharda dünyaya veda eder. Herkes sonu olan bir hayatın içinde olduğunu bilir, bu doğaldır. Ama inanın ki sonunun ne zaman olduğu bilinen bir hayatın içinde olsaydı insanlar, belki de yaşam tüm insanlar için bir sonsuz ıstıraptan farksız olurdu. Her gün aynı ritimle öten kuşlar anlamsız gelmeye başlardı. Belki de en sevdiğiniz giysi, kefen gibi gelirdi gözünüze. Hatta en sevdiğiniz yiyecekleri bile kaldıramazdı mideniz. Bundandır ki, ölümün ani gelişi Allah'ın insana bir lütfudur!
Kardeşimin isli bezlere sarılmış kara tabutunu, babamın tahta römorka yüklediği an; hiçbir duyguya sahip olamayacak kadar halsiz ve âcizdim. O an hiçbir zaman silinmedi aklımın en ücra köşelerinden. En mutlu anlarımda bile el salladı bana yaşadığım o hüzünlü an.
Babam, ekinlerinin ilk mutluluğunu hep evimizin merkepi “Tırıs" ile yaşamıştı. Ona yüklemişti alın teriyle suladığı tarlamızın ilk hasadını. Annem hamileyken onunla taşımıştı annemi ebeye götürmek üzere. Yıllar geçse de yaşamından, hiç yorulmamıştı evimizin kara tüylü merkepi. Her duyguyu yaşamıştık onunla ve bundandır ki bir duygusal bağ nüksetmişti aramızda. Adının neden “Tırıs” olduğunu hep merak ederdim çocukken. Doğduğunda cılız olduğundan babam teres kelimesine benzeterek öyle koymuştu adını. Şimdi ise adıyla müthiş bir tezatlık oluşturuyordu. Bir ailenin hüznünü taşıyordu. Belki de şimdiye değin taşıdığı en ağır şeydi onun için bu küçük beden. Kırık çiviler ve tellerle birbirine bağlanmış tahta parçalarından oluşan bir römorkun üstündeydi kardeşimin tabutu. Köy mezarlığına götüreceklerdi yanılmıyorsam ama ben gitmek istemiyordum onlarla. Birini gömülürken görmeye hazır değildim belki de.
Onlar yola çıktıktan sonra bir ağacın dibine oturup düşünmeye başladım ve birden incir ağacı geldi aklıma. Birkaç gün önce rüyamda gördüğüm incir, demek ki buna alametti. Kardeşim benim peşimden ormana gelmek isterken, incir ağacının dibinde bir yılan sokmuştu ayağını. Küçük bedeni dayanamamıştı o vahşi hayvanın saldırısına.
Köyden benim dışımda herkes yavaş yavaş mezarlığa doğru gidiyordu. Ben ise ayağı kalkıp incir ağacını gördüğüm yola gitmeye karar verdim. Hiçbir neden yoktu belki de oraya gitmem için çünkü oraya gidip ağacı incelemem hiçbir şeye fayda etmeyecekti. Sadece duygularımdı beni oraya doğru çeken. Yorgun adımlarla yürümeye başladım.
Köyde gerçekten bir ölüm sessizliği vardı. Dört bir yanında çocukların koşturduğu, ailelerin sürekli çalıştığı köyümüz de ölmüştü sanki kardeşimle birlikte. Evlerin içinden de hiçbir ses gelmiyordu. İnsanlar arasında ortak duyguların olabileceğini o an anladım. Etrafımı inceleyerek yürümeye devam ettim.
Köyün ormana giden tozlu yolunun dönemecini geçtim. Etrafıma bakıp incir ağacını görmeye çalıştım. Yıkık evin dibinde görmüştüm onu, oranın arka tarafına doğru yürüdüm. Bir an duraksadım, anlamsız bir şaşkınlık içindeydim. İncir ağacı yerinde yoktu.
Zeynel Hebun Güler