Duygularım, Petersburg ve Dostoyevski’nin Acısı
Bir kitabın ismi bazen çekim merkezi olabilir.
Kitapçı vitrininde gördüğüm Petersburg’lu Usta(*) kitabı önce Petersburg sözcüğüyle, sonra Usta’nın Dostoyevski olduğunu öğrenmemle beni hemen çekim merkezine aldı. Kitapla doğrudan duygusal bir ilişkiye girmiş oldum.
Duygusal ilişkimi üç başlıkta toplaya bilirim:
Birincisi, oğlum Ozan’ın yirmi yıldır eşi ve iki kızıyla Petersburg kentinde yaşıyor oluşudur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, ilki 15 Nisan 2006’da olmak üzere Petersburg’a 5-6 kez gittim. Her gittiğimde sınırlı da olsa bu güzel kentin tarihi mekânlarını, müzelerini, cadde ve sokaklarını gezdim. 22 Nisan 2006’da, Dostoyevski’nin yaşadığı evin sokağında bulunan heykelini gördüğümde kendisiyle söyleştim; Dostoyevski Müzesi’ne dönüştürülen evinin salon ve odalarında dolaştım, sergilenen kitaplarını, el yazmalarını, kişisel eşyalarını inceledim ve burada Büyük Usta’nın kokusunu teneffüs ettim. Müzede gezerken bir dolabının camlı bölmesinde Türkçeye çevrilmiş bir adet Budala (Can Yayınları), iki adet de Cinler (Varlık Yayınları) romanını gördüğümde sevinmiş, ama Kürtçe çevrilerinin bulunmayışına üzülmüş ve Türkçe ile Kürtçe çevrilerin yan yana bulunuşlarının müzede çok güzel duracağını düşünmüştüm. Kısacası ilk sebep, her şeyiyle farklı ve güzel olan Petersburg’da oğlumun bulunması ve kenti sevmiş olmamdır.
İkincisi, Petersburg’un bir zamanlar hayallerimi süsleyen ve uğruna mücadele verdiğim sosyalist devrimin başladığı yer oluşudur: Lenin ve Bolşevik Partisi yönetimince, daha doğrusu Petrograd (Petersburg) Askeri Devrim Komitesi’ne bağlı askerler tarafından bir darbeyle Kışlık Saray’ın ele geçirip 1917 Ekim Devrimi’ni başlatmaları ve Sovyet Devrimi’ni Petersburg’dan dünyaya duyurmuş olmalarıdır. (Devrim ve Sovyetler şimdi tarih olsa da, bu başkaldırının dünyayı temelinden sarstığını, dünyada birçok şeyin kökten değişmesine neden olduğunu unutmayalım. Sovyetler Birliği’nin dağılması öyle birilerinin dediği gibi “Tarihin Sonu” değildir; başka bir Dünya’nın mümkün olabileceğini gösteren çok önemli tarihsel olgulardan biridir.)
Üçüncüsü, Dostoyevski’ye hayranlık duymamdır. Dünya yazarları arasında bir benzeri olmayan bu Büyük Usta’nın kitaplarını tekrar tekrar severek okumuş ve her okuyuşta eserlerinde kullandığı sözcükleri kazıyarak tutkularını zıddıyla yaşayan kahramanlarının ikili yapısını, ruhsal gelgitlerini, iyi bir insanı aniden cinayet işleyen birine dönüştürmedeki maharetini anlamaya çalıştığım sınır tanımayan çılgın bir yazar oluşudur.
Bu duygularla Petersburg’lu Usta’yı okudum. 2003 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee, 1994’te yazdığı bu eserinde Dostoyevski’nin yaşamından bazı kesitleri kendince kurgulayıp roman olarak anlatmaya çalışmış.
Dostoyevski’yi anlamak ve anlatmak çok zordur. Onun ruhunun derinliklerinde kopan fırtınaları, alt üst oluşları, yarattığı kahramanların karanlık yanlarını ve ikili var oluşlarını yazıya dökmek kolay bir iş değildir. Stefan Zweig’in belirttiği gibi: “Fyodor Mihailoviç Dostoyevski ve onun iç dünyamız için taşıdığı önemi hakkıyla anlatabilmek zor ve sorumluluk isteyen bir iştir, çünkü onun o eşsiz enginliği ve gücü yeni bir ölçüye gereksinim duyar.” (S. Zweig, Üç Büyük Usta, Çev. Nafer Ermiş, TİB Yayınları, s.83)
Yaşar Kemal da onun karanlığındaki aydınlığa işaret eder. 1973 yılında Leningrad’a, yani Petersburg’a gidişinin ardından Zeynep Oral’a yaptığı açıklamada: “İki Leningrad vardır: Puşkin’in aydınlık Leningrad’ı ve Dostoyevski’nin karanlık Leningrad’ı. Nitekim Leningrad’da Dostoyevski düşüncem iyice sağlamlaştı. Belki de dünyanın pek çok yerinde, Dostoyevski’nin karanlığı ve karamsarlığı, Puşkin’in, Tolstoy’un aydınlığından ve iyimserliğinden daha aydınlıktır,” der. (Y. Kemal, Zulmün Artsın, Can Yayınları, s.168)
Böylesine zihninde tasarladıklarına sınır tanımayan, karmaşık, sırlarla dolu, eserlerinden başka kendisi hakkında çok az şey bilinen, tutkularının ateşinde yanan, sara illetli ve saranın esrarengiz boğuculuğunu duyumsayan, yaşarken sürekli ölümü tadan acıların efendisi bu yazarı yazmak cesaret ister. Ama J. M. Coetzee bu cesareti gösterip romanında Dostoyevski’yi zihninde yeniden yaratıp sözcüklere dökerek zoru başarır; romanlar yazan Dostoyevski’yi yazdığı romanında baş-kahramanı yapar. Dostoyevski’nin romanlarının karanlık ortamını, ruhsal çözümlemelerini; Rusya’da derinden sessizce ve şiddetle dalga dalga gelen değişim ve devrimlerin ayak seslerini edebi bir akış içinde anlatır.
Roman, “Ekim, 1869. St. Petersburg’un Saman Pazarı semtinde, bir atlı araba ağır ağır bir sokaktan geçiyor. Yüksek bir binanın önünde sürücü atın dizginlerini çekiyor.” paragrafıyla başlıyor. Atlı arabadaki yolcu, Dostoyevski’dir. Sürgün bulunduğu Almanya’dan dönüyor. Dönüşü boyunca kafasındaki sorular, buhara boğulmuş boş bir hamamda cinlerin çılgınca oynadıkları gibi kafasında tepinerek başındaki seyrelmeye başlayan saçlarını tel tel yoluyorlar. Hangi soruya nasıl bir yanıt bulacağını arıyor: “Hikâyeler dinlemek istiyor.”(s.22) Acısını dindirmek için mevcudiyetin karanlığı ve anıların puslu yoğunluğunda oğlu Pavel’in ölümündeki sır perdesini aralamaya çalışıyor.
Roman kahramanı Dostoyevski, oğlu Pavel’in ölümünün izini sürerken, acı çeken acılı bir insan olarak kendi geçmişiyle, kimliğiyle ve hayattaki duruşuyla ilgili gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Biz okuyucular da bir insanın kendisiyle yüzleşmesinin hiç de kolay bir şey olmadığına bir kez daha tanık oluyoruz.
(*)J. M. Coetzee, Petersburg’lu Usta, Çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 5. Baskı, 252 sayfa.