VARLIK VE EVRENİN KENDİNE IŞIK TUTMASI
İnsan, dünyaya dokunmuş bir varlıktır; ne neden burada olduğunu ne de nereye gideceğini tam olarak bilir. Doğar, büyür, sorular sormaya başlar. Belki de en temel, en yakıcı soru şudur: “Neden varız?”
Var olduğumuzu biliyoruz. Ancak gizemini koruyan ve derin bir sır haline gelen, nasıl var olduğumuza dair sorudur. İnsan-varlık paylaşımı bu açıdan büyük bir öneme sahiptir. Başka türlü nasıl kendimizi anlayabiliriz? Bir taşı, bir ağacı ya da bir hayvanı “var” olarak nitelendirebiliriz; ama insanın varlığı, bu sade tanımın çok daha ötesindedir. Çünkü insan, var olduğunu bilmesi gerekendir.
Düşünce Yapısı
5000 yıllık düşünce yapısı varlığımıza dair bu gerçeği çözümleyemedi.
Parmenides, “Varlık birdir ve değişmez; değişim bir illüzyondur” dedi.
Platon, “Gerçek varlık idealar dünyasındadır; duyusal dünya sadece bu ideaların yansımasıdır” dedi.
Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüyle öznel varlık anlayışını vurguladı.
Heidegger, “varlık” ile “olan” arasında ayrım yaptı.
Sartre ise, “Varlık özden önce gelir; insan, kendi varlığını eylemleriyle tanımlar” söyleminde bulundu.
Gerçekten, anlaşılması zor olan bir şeyle mi karşı karşıyayız? Varlık gerçeği nedir? Anlaşılır bir çözümü yok mudur?
Belki de düşünebileceğimizden çok daha yakınız ona. Varlığa çok yakınız, ama bir o kadar da uzağız.
Hayatın birçok yönü böyle değil midir zaten? Sır, gizem gibi görünen ama nefesimiz kadar yakınımızda olan birçok şeyle iç içe yaşarız.
En iyi örnek, yine insanın kendisidir. Nefesimiz kadar yakınımızda olan ama hep uzaklarda aradığımız, sırlarla örtülü hale getirdiğimiz bir gerçek…
Belki de onu anlayamadığımızdan, çokça merak konusu olan varlık kavramını çözemiyoruz. Yaşamın özü, varlığın kendisindedir.
Ve varlığın bu gizemi, belki de insanda gizlidir. İnsandan uzaklaştıkça, varlık gerçeğinden de uzaklaşırız.
İnsanı görünmez ve bilinmez kıldıkça, varlığı da gizemli ve derin sırlarla dolu hale getiririz.
Bilinir Olanı Görememek
Görünür olan bilinmedikçe, bilinmez olan anlaşılamaz ve bilinir hale gelemez.
Kaybetmeye bu noktadan başladık.
Kaybettiğimizi yanlış yerlerde aradıkça, bütünden koptuk ve yabancılaştık.
Bu durum, koyu bir bilinmezlik süreci yarattı.
Yolumuzu kaybettik.
Girdiğimiz yollar çıkmazlarla doluydu.
Çıkmazlar, kendi içine çekti bizleri.
Labirent döngüsünde kalmamızın nedeni buydu.
Bu konulara girenler ise düğümlere daha katı ve daha sert düğümler ekledi.
Garip olan şuydu: bilinmesi kolay olan hakikatler, yanlış noktalarda durmaktan kaynaklı hatalar içeriyordu.
Varlık ve Fikir
Sorun, varlığın kendisinde değildi. Varlığa nasıl baktığımızda ve nasıl bir anlamla yorumladığımızdaydı.
Varlığı nasıl yorumluyorduk? Buna dair fikirlerimiz var mıydı?
Elbette vardı.
Peki, bu fikirler varlığı anlaşılır kılıyor muydu?
Anlaşılır kılmış olsaydık, merak devam eder miydi?
Fikrin kendisi, varlığı anlaşılır kılmadığından, bu fikirlerin değişmesi gerekiyordu.
İşte, bunun değiştirilmesinde sıkıntılar yaşanıyordu.
Israrla aynı yöntem ve fikirlerde ısrar ediyorduk.
Değiştiğimizi sandığımız fikirler ise, aynı döngünün ürünleri olarak geri dönüyorlardı.
Anlamak için belki de bir fikre ihtiyaç yoktu.
Bir Olma Hali
Varlığımız bir “olma” hâlidir; geçmişten gelen, şimdiye kök salan ve geleceğe yönelen bir akıştır.
Bu akışta insan, zamanla yoğrulur, değişir, dönüşür.
Ama tüm bu değişimin içinde sabit kalan bir öz arar: Kendini.
Ne yazık ki bu öz, çoğu zaman bulanıktır.
Çünkü biz, sadece kendimizden ibaret değiliz.
İçimizde taşıdığımız anılar, inançlar, korkular, umutlar, başkalarının yargıları ve beklentileriyle iç içe geçmiş bir kimlik mozaiğiyiz.
Varlığı Anlamak İstememek
Aslında, bu gerçeği anlamak istemiyorduk.
Bunu anlamaktan çok, oluşturduğumuz fikirlerle bir varlık yaratıyorduk.
Bir şeyi anlamak ile bir şeyi oluşturmak çok farklı şeylerdir.
Anlamaya çalışmak, ne olursa olsun sabit fikirlerde ve yöntemlerde ısrar etmemeyi gerektirir.
Bu yapılmadan, anlama veya anlamı açığa çıkarma imkânı yoktur.
Varlığı anlama sürecine girmek, kendini aşmak, engelleyici yönleri ortadan kaldırmaktır.
Bu yapılmadan, varlığın anlam güzergâhına girebilmek mümkün değildir.
Bunu yapmadığımızdan, ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu çözemediğimiz varlığın, kimi oluşumcularını arıyorduk.
Varlığı çözmeye verdiğimiz karşılık, onu anlamaktan çok, ona bir oluşturucu bulmaktı.
Bilgilerimiz, onun bir başka varlıktan oluştuğuna dairdi.
Bu da varlıkta ucu bucağı ve sınırı olmayan ayrı bir gizem oluşturuyordu.
Evrenin Kendine Işık Tutması
Oldukça yoğun bir anlam arayışının içinde olmamızın nedeni bu çıkmazdı.
Bu, bir hakikat yürüyüşü ya da anlam bütünlüğü değildi.
Tam tersine, anlamdan ve gerçeklerden kopmaydı.
Bu da olabildiğince kafa karıştırıcı ve boğucu bir durumdu.
Varlığı ele alırken dikkat çekmek istediğimiz esas nokta da burasıydı.
Bozulmanın, tahribatın ve çıkmazlarda gezinmenin nedeni de buydu.
Kaynak burası olunca, çözümü başka yerlerde aramanın anlamı da yoktu.
Yaşam, varlık, anlam, söz ve ilişki; insan gerçeğinde kaybedildiğinden, kazanılması gereken yer de burasıydı.
Buna el atması gerekenler, önce bunu görmeliydi.
Çözüm de, bunu görmektir.
İnsan, sonsuz bir evrende bir anlığına parlayan bir ışık gibidir.
Belki çok küçük, ama bir o kadar da kıymetlidir.
Çünkü o ışık, bilinçle yanıyor.
Ve bilinç, evrenin kendine ışık tutmasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.