Yaprak yaprak döküldü, kırıştı, kurudu…
Bir çocuk olsam Dêsman’da, güzelim köy Nigit’te, kendimce dalıp gitsem Fırat’ın gök mavisi sularına, ya da girdiği son dövüşte aldığı ilk yenilgisinden bu yana yalnız uçmaya yeminli yabani bir güvercin olsam ve kendi yoluma uçsam vadi boyunca, eski Diyarbakır’a nazır ta kuzeydeki Kaf köyüne kadar, hiç durmadan. Öyle, kaşlarımı çatmadan, suratımı asmadan, anlatıcısı Fırat boylarında kayıp, ömrünü onu bulmaya, onun olmaya adayan hikayenin efsane kahramanı başına buyruk Ferşat’ın yalnızlığında, son kavgasında yenilmiş, süngüsü düşmüş bir başına uçan güvercin misali, deli dolu. Bir de beni esir alan zamansız öfkeye yenilebilsem, sana verdiğim yeminli sözümü bir an olsa unutabilsem, senin olmayacağın, senin bilmeyeceğin kendi yoluma gidebilsem. Her zaman, her yerde, her yol gidişimde yoldaşım Mamo ile muhteşem uçurumlarına can olduğum Dêsman’da, zirvesine çıktığım Nigit kalesinde, her defasında başka bir çiçeğe, kah mavili, kah sarılı, kah morlu, birbirinden alımlı çiçeklere eşlik edebilsem, su kadar sevdiğim Takoran vadisini uzaktan uzağa keyfimce izleyebilsem, bin yıl geçse de acısı dinmeyecek karşı yakadaki güzelim Olbîş’e, belki de Beybostan’a, hatta en ötedeki sırt sırta uzayıp giden dağların efendisi Gerger kalesine dalıp gidebilsem. Bir de olacakları hiç umursamadan adını bilmediğim, ömrüm boyunca da adını öğrenemeyeceğim herhangi renkteki, herhangi boydaki, illa ki dağlarında firari yaşayan bir çiçeğe, asi bir güvercine tamam olabilseydim, beni herhangi bir tarafa alıp götürmeye can atan rüzgara olabildiğince özgür bırakabilseydim ruhumu, dünya o zaman ne çekilir olurdu benim için. Yeter ki senden uzak, senden ayrı bir diyar olmasın, gülistanım…
*
Biliyorum, sırtım Dêsman’ın yekpare dev kayalıklarına, ha deyince öyle kolay kolay geçilmez, aşılmaz bildiğim, bilinen tahkimi Habur suyu boylarında kayıp efsane prensimiz Jiyar’ın ölümsüz fedailerinden kalma sengerim Nigit’in en sert kale taşlarına, en ulaşılmaz uçurumlarına kök salmış olsa bile hükmü ne ki, hepi topu vadi boyunca zamansız kopan fırtınalarda canı çıkan bir çiçek o, demeyeceğim. Biliyorum ki su kadar sevdiğim Qetîne vadisinin nar güzeli biricik nazeninimdir o, üstelik sana emanet bıraktığım yüreğim kadar kırılgandır, gülistanım. Üç, bilemedin beş güne bile kalamadan, amansız geçen bir döngü boyunca inatla beklediği, buluşmalarına can attığı gün yüzünü göremeden, kısılıp kaldığı ömrünü umarsız yaşayan, her seferinde bir başka kötü uydurulmuş, bildiğim en berbat hikayenin en yüzsüz yalancısına kendini kaptıran, yine de kendi yoluna gitmeyi bir türlü beceremeyen, her seferinde de zıvanadan çıkmış olarak, ipe sapa gelmeyen bir halde omuzlarıma dönen, üstelik hevesini alamadan. Oysaki yaprak yaprak döküldü, kırıştı, kurudu yüzü, bir nefeste yaşlandı, aşkına firari yaşayan çiçek, omuzlarım bile kaldıramıyor artık onu, eziliyorum. Ve bu defa kurtuluşun yok, vakitsiz kopmuş fırtınanın Ferşat’ı alıp götürdüğü gibi seni de alıp götüreceğini biliyorum, bu lanet baş belası, dizginlenemeyen öfken, hırsların, bana olan nefretin. Dahası “Böyle giderse bu defa da ahırın hayal kırıklığı, sonun yenilgili olacak…” demedi deme. Evet, belki de senden bir parçadır her mevsimine bittiğim, her demi beni sarhoş eden güneşime aşk eylediğim Takoran vadisi, gözlerimi renk ahenginden alamadığım ülkem, kendi haline bırakamadığım sığınağım, senin gibi nazlı, senin gibi alıngan, senin gibi kırılgan, ama güneşe yoldaş, bana yoldaş inatçı bir Zaza’nın meskeni, yar gülistanım…
*
Baba dostu Takoranlı papazın katili had bilmez Ferşat’ın öfkesine büyük yenilgisini düşündüm, bir de senin uçuk, kaçık kavgacı halini düşündüm, sektirmeleri mümkün olmayan eski zamanlardan kalma avcıların ölümcül tuzağı, sırtlan yuvası Divan’dan bu yana yalnız başına, can havliyle uçan güvercini izlerken, bildiğim her renkten, her boydan çiçeğin, börtü böceğin, kuşun, kurdun sığınağı kaleden sana bakarken, kıyametim sömürge haline yanarken gülistanım. Ne ağır olmalı düşkün ilan edilmek, ne çekilmez olmalı itilip kakılmak kendi evinde. Evet, ölümden beter olmalı bir ömür sırt bellenmiş, zor zamanlarda sığınak bilinmiş tek kadim dost, Ezdaî yaşadığım günden bu yana Kürtlere yar dağlarından, Hak evi baba ocağından, en kötüsü ise Fırat’tan Dicle’ye kadar Mirdasî varımı, yokumu diri diri ateşe veren Halife Harun Reşit’in gazabını yaşamış Zerdeştî kavminden atılmak, sonsuza kadar öte yakaya kovulmak, lanetlenmek, unutulmak. Ne kötü...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.