Murat AKBAŞ

Murat AKBAŞ

İktidarın doğası, meşruiyeti, yozlaşması ve kaçınılmaz sonu

İktidarın doğası, meşruiyeti, yozlaşması ve kaçınılmaz sonu

Tarih, iktidarı bırakmamakta direnenlerin, koltuğa sıkı sıkıya tutunanların ve o koltukla birlikte çökenlerin hikâyeleriyle doludur. Ancak iktidarı bırakmamak salt hırs ya da güç arzusu meselesi değildir; daha derinlerde, insan doğasına, korkulara, eksikliklere, kimlik krizlerine ve kolektif bilinçdışına kadar inen, karmaşık bir yapıdır. Bu yazıda, iktidarın kaynağından başlayarak, onun psikolojik ve toplumsal inşasını, yozlaşmasını ve nihayet kaçınılmaz çöküşünü felsefi ve post-Marksist perspektiften ele almak istiyorum.

Her şey iktidarın kaynağı ve meşruiyetiyle başlar. Thomas Hobbes’un Leviathan’ında, iktidar korkuya dayanır; birey, doğa hâlinin anarşisinden korunmak için güçlü bir otoriteye boyun eğer. Rousseau ise iktidarın kaynağını genel iradenin ifadesinde, halkın rızasında arar. Weber ise otoriteyi üç başlık altında toplar: geleneksel, karizmatik ve rasyonel-hukuki.

Ama iktidar yalnızca hukuki ve toplumsal normlarla meşruiyet kazanan bir pozisyon değildir. Michel Foucault’nun çarpıcı analizi, iktidarın toplumsal dokunun içine sinmiş, görünmez ama her an hissedilen bir ağ olduğunu gösterir. İktidar, bireylerin davranışlarından düşüncelerine kadar nüfuz eder ve gündelik hayatın olağan akışında yeniden üretilir. Bu yüzden meşruiyet, sadece başlangıçtaki onay değildir; sürekli yeniden üretilen bir kabullenme halidir.

Neden bırakılmaz iktidar? Bu sorunun cevabı psikolojinin derinliklerinde gizlidir. Jacques Lacan’a göre insanın en temel yapısal özelliği eksikliktir. Bu eksiklik, sürekli tatmin edilmesi gereken ama asla tamamlanamayan bir arzuya dönüşür. İşte iktidar, o eksikliği geçici olarak örten bir sahne perdesidir. Koltuğa oturmak, boşluk hissini perdelemek demektir. O koltuk kaybolduğunda perde iner ve geriye o dayanılmaz eksiklik kalır. Bu yüzden iktidar sahipleri için bırakmak, yalnızca görev devretmek değil, varoluşsal olarak çıplak kalmak anlamına gelir.

Burada devreye Lord Acton’un meşhur sözü girer: “Güç yozlaştırır; mutlak güç mutlaka yozlaştırır.” Ancak bu yetmez. 1991 Nobel Barış Ödülü sahibi, Myanmarlı lider Aung San Suu Kyi, bu aforizmayı incelikle tamamlar: “Yozlaştıran güç değil, korkudur. İktidarı kaybetme korkusu, onu elinde tutanları yozlaştırır; iktidarın gazabından korku da ona maruz kalanları.”

İktidar sahipleri, gücün kendisinden değil, onu kaybetmekten korkarlar. Bu korku zamanla tüm kararlarını belirler. O korkuyla çevresini dalkavuklarla kuşatır, muhalefeti bastırır, topluma hayali düşmanlar üretir ve yalanları hakikat gibi anlatır. Bu sadece bir yönetim biçimi değildir; psikolojik bir savunma mekanizmasıdır. Yozlaşma, böylelikle alışkanlığa ve nihayet karaktere dönüşür.

Post-Marksist düşünürler Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un hegemonya teorisi, iktidarın yalnızca ekonomik ya da kurumsal bir mesele olmadığını ortaya koyar. İktidar; söylemler, kimlik politikaları ve semboller aracılığıyla kurulur. Bu söylemler topluma öylesine siner ki, iktidar sahipleri kendilerini vazgeçilmez, alternatifsiz ve neredeyse doğal bir düzenin kaçınılmaz parçası olarak konumlandırır.

Ama bu hegemonya kırıldığında yalnızca iktidar değil, o iktidarın dayandığı kimlik ve anlam dünyası da çöküşe geçer. İşte bu yüzden bırakmazlar. Bırakmak demek; inşa ettikleri o efsanenin çökmesi, kendi mitolojilerinin sahneden indirilmesi demektir.

Karl Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları kitabında yaptığı uyarı burada yeniden yankılanır: kapalı toplumlar, sorgulamanın, eleştirinin ve yenilenmenin dışlandığı, doğruların mutlaklaştırıldığı sistemlerdir. Bu tür toplumlarda iktidar, sorgulanmaz hale geldikçe çürür. İktidar sahipleri, eleştiriyi hainlik, farklı sesi tehdit olarak görmeye başlar. Sonunda herkes susar, sadece tek bir ses kalır: iktidarın sesi.

Ancak o ses de yankılanacak boşluk bulamaz hale gelir; çünkü toplumun nefesi tükenmiştir. Ve kapalı toplumların sonu hep aynıdır: kendi ürettikleri çürümenin içinde boğulmak.

İktidar sahipleri için iktidar, sahip oldukları bir nesne değildir; oldukları şeydir. Kaybetmek, yalnızca siyasal bir yenilgi değil; kimlik krizi, varoluşsal boşluk ve toplumsal görünmezliktir. Bu yüzden bırakmazlar. Bu yüzden halkın rızasını manipüle eder, düşmanlar üretir, yalanları tekrarlarlar.

Ama tarih yavaş akar ve akarken unutturmaz. Her iktidar sahibinin eninde sonunda karşılaştığı tablo aynıdır: Kendi yarattıkları korkuların, kendi inşa ettikleri düşmanların ve kendi inandıkları yalanların altında kalmak. Gölgeler büyür, büyür ve sonunda o koltuğun üzerine düşer.

Unutulmak korkusu, en büyük korkudur. O korku için iktidarı bırakmazlar. Ama o korku, sonunda onları unutturur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Murat AKBAŞ Arşivi
SON YAZILAR