İçimden geldiği gibi
Bir yazı yazmalıyım. Buna ihtiyacım var. Sait Faik’in “Yazmasaydım delirecektim.” dediği noktadayım belki de. Defteri açıp kalemi elime aldığım tam şu sırada bir tren sesi gelmeye başladı. Bu saatte herkes uyuyordur; kimi evinde, kimi bir harabede, kimi yalnızlık içinde, kimi gayet mutlu ve kimi de ölü. Saat 05.16, sabahın ilk ışıkları. Günün ilk ışıklarından ilhamla bir şiir yazmıştım aylar önce. Tamamlamak kısmet olmadı. Olsun.
Bir kahve yapıp geleyim dedim, mutfağa giderken televizyondan etkileyici bir replik kulağıma geldi. Şener Şen’in “Milyarder” filminin son sahnesinde Münir Özkul konuşuyordu:“Diyelim ki uzaklara gittin. Karından, ikiyüzlü arkadaşlarından uzaklaştın; kurtuldun. Peki, kendinden de kurtulabilecek misin?”
Hemen not ettim zihnime bu sahneyi. Hayat kadar gerçekti çünkü. En büyük dostumuz, en büyük düşmanımız kendimiz değil mi? Bu sorunun cevabı gayet nettir. Kendini çok seviyormuş gibi gözüken insanlar bile kendi içinde bir savaş verir çoğu zaman.
Bir işe başlamadan önce kendimizi ikna ederiz mesela, bir karar almadan önce de bu böyledir. Kendimizi ikna ettikten sonra her işin devamı geliyor bir şekilde. Tutarlı olmamız da kendimizle uyum içinde olmamızı gerektirir.
İyilikten bahsedip iyi değilsek, gösterdiğimiz yoldan kendimiz gitmiyorsak, haksızken de hakkaniyetten yana olmuyorsak ne kadar samimi görünebiliriz ki? Bunun temelinde kendimizle tutarlı bir birliktelik kurmamız yatıyor. Kaçamayacağımız tek kişi odur çünkü. İnsanlar gelir geçer, günler birbiri ardına sıralanır; yastığa başımızı koyunca tek bir kişi vardır karşımızda, kendimiz. Bahsini ettiğimiz repliğin sahiciliği de buradan geliyor.
Kahveyi alıp bahçeye çıkarken çok güzel bir kuş sesi geliyor kulağıma. Sanki kimse sesinden mahrumkalmasın diye göçebe yaratılmış bir kuş, kiraz kuşu. Kuşları düşünüyorum ardından da hayvanları, onlar hiç kendi kendileriyle çatışma halinde değiller. Benlik ve irade sahibi olmak dünyada sadece insana ait bir özellik. Peki neden böyle? Bunun üzerine düşünmeli ve ilk önce kendimizden yola çıkmalıyız. İnsan olmanın derinine inmek bize çok şey katacaktır, tabii düşünürsek.
Düşünmekten kastım aşırı düşünmeye varan bir düşünüş tarzı değil. Her şeyin aşırısı insana hasar verir, buna güzel şeyler de dahildir. Dozunda ve kendimizin farkına varacağımız bir düşünüş tarzı hem hayatımızı hem de insanlara olan bakışımızı daha anlamlı hale getirecektir. Fark etmediğimiz birçok şeyi fark etmemizi ve hayatımızı ona göre şekillendirmemizi sağlayacaktır. Daha berrak ve içten bir yaşam bizim elimizde. Bu zorlu fakat hakiki bir yoldur. Yolun güzelliği, zorluğundadır.
Kurumuş bir kiraz düştü masaya tam bu esnada. Yazımızı bitirmemize bir işaret olsa gerek. Yazımıza; tren, kirazkuşu, bir fincan kahve, Şener Şen, Münir Özkul, günün ilk ışıkları, yalnızlık ve kurumuş bir kiraz tanesi eşlik etti.
Yazımızın başında bir tren sesinden bahsetmiştik. Duymamış gibi yapmayalım, hatırı kalmasın. Hasan Hüseyin Korkmazgil’den birkaç dize bırakalım trenin peşi sıra.
“neden akşam oluyorum tren kalkınca
kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
mendiller sallanınca neden tıkanıyorum”