Diyarbakır Sur’du
TÜYAP Diyarbakır Kitap Fuarının hemen ertesinde gündemlerin peş peşe gelmesiyle Kitap Fuarındaki bazı çalışmaları yansıtamadık. Kadın Yazarlar Derneği tarafından düzenlenen; yazar Birsen İnal’ın yönettiği ‘Benim Diyarbakır’ım’, ‘Kadınlar Diyarbakır’ı Anlatıyor’ paneline kadın yazarlardan Sevim Korkmaz ve Lütfiye Gültekin katılmıştı. Panelistler Diyarbakır üzerine okurlarına bu konudaki anı ve düşüncelerini aktardılar. Bu söyleşinin bir bölümünü toparlayarak paylaşmak istedim.
Yazar Lütfiye Gültekin; ‘Diyarbakır Sur’du’ diye anılara dalarak anlatmaya başlamıştı. Geçmiş medeniyetlerin izlerini taşıyan Sur’da; bütün dinler, etnik kimlikler beraberce yaşadılar. Birbirine bir şeyler katarak, farklı değerlerini bir potada eriterek ama herkesin birbirlerini anlayabileceği değerler ürettiler.
Günlük yaşam havşelerde, kuçelerde harmanlanıp durdu. Öyleki mutfaklarında yaptıkları yemekler bile birbirine benzedi. Yapılan çöreklerin, böreklerin tadı, kokusu aynı oldu. Biri yaptığında komşusuna tattırmadan kendi yemezdi.
Dicle kıyısındaki Hevsel Bahçeleri hayallerin kurulduğu, yıllar geçse de unutamadıkları günleri oldu. Orada kurulan hayaller sonradan birçoklarının yaşamına yön verdi. Hayaller orada, o zamanda özgürce kaldı.
Zaman geçtikçe, devir değişmeye başladı. Yaşam koşulları herkesi bir yana savurmaya başladı. Ekonomik sıkıntılar, kitaplara sığmayacak sorunlar yumağı birçoğunu başka şehirlere, ülkelere savurdu. Yaban ellerde olsalar da Sur’u, Hevsel bahçelerini, kuçeleri, havşeleri unutmadılar. Nasıl unutabilirlerdi ki; geride çocukluk hayallerini kurdukları, babalarının, dedelerinin, ninelerinin hayatları buralarda geçmişti. Onların mezarları oradaydı. Fırsat bulup ziyaret etseler de, sınırlı zaman içinde geçmişe ait özlemleri gidermeye yeterli gelmiyordu. Gittikleri yaban ellerde belli bir düzen kurmuş olsalar da hiçbir konfor; baba ocağının yerini tutmadı. Doğduğu toprağın hasretini gideremedi. Baba ocağının sıcaklığı her zaman bir başka oldu. O toprağın kokusu her zaman burunlarında tütmeye devam ediyor.
Zaman akıyor ve her şey değiştiği gibi geride bırakılan hiçbir şeyi döndüğünde bir daha; bıraktığın gibi bulamıyorsun.
Kent büyüyor. İnsanlar çoğalıyor. Göğe uzanan beton yapılar her tarafı kaplıyor. Sur betonlar arasına hapsediliyor. Sonrasında başına gelen yıkımlardan sonra bir Sur bir özlem olarak kalıyor.
Yazar Lütfiye Gültekin; “İstanbul'a gitmek zorunda kaldım. Her fırsatta hemen her yıl gelmeye çalıştım. Her geldiğimde bir şeylerin eksildiğini, bunların olmamasının acısını hissettim. Sur Diyarbakır'ın kalbiydi. Diyarbakır'a geldiğim zaman öncelikle uğrak yerim Sur’dur. Sur bende ayrı bir duygu uyandırmaktadır. Birçok insan Sur’dan ayrılıp asansörlü, lüks dairelere taşınmışlar ama benim için Diyarbakır buralar değildir. Buraların benzerlerini hatta daha görkemlilerini başka şehirlerde, ülkelerde görmek mümkündür. Bu görkemli kentler bende hiçbir duygu uyandırmıyor. Kendine özgü bir kimlikleri yok. Ama Sur’un bir kimliği vardı. Benim için Diyarbakır Sur’du. Diyarbakır’a geldiğimde Camileri, Kiliseleri, müzeleri, Hevsel Bahçesini, Surları, Burçları, İç Kaleyi, kervansarayları görmeden, kuçelerinde gezmeden, bazalt evleri görmeden geri gitmem. Buraları gezmeden kendimi Diyarbakır'a gelmiş gibi hissetmem.
Son zamanlarda yaşanan olaylar dolayısıyla birçok yapı yok oldu. Bunların çoğu artık resimlerde, anılarda kaldı.
Diyarbakır'ı gerçekten özlüyorum. Uzaktayım fakat memleketimle sürekli bir bağım var. Her fırsat bulduğumda sürekli buraya gelmeye çalışıyorum. Buranın sadece havasını, suyunu değil; damak tadını bile özlüyorum.
Diyarbakır’a geldiğimde nefes alıyorum. Dostlarımla, arkadaşlarımla aynı havayı teneffüs etmek bana enerji veriyor, güç veriyor. “
Antakya’da doğan ve yirmi yıldır İzmir’de yaşayan yazar Sevim Korkmaz; başka şehirde doğup büyüyen biri olarak Diyarbakır’ı ve Diyarbakır gözlemlerini çok yalın olarak şöyle ifade etmişti;
“20 yıldır İzmir'de yaşıyorum. Fakat hiçbir zaman için kendimi evimde gibi hissetmedim. Oralı gibi duyumsamadım. Fakat Diyarbakır benim için çok farklı. Kendi tarihime, kendime bir yolculuğun başlangıcı adeta bir kapısı gibidir. Antakya'da doğdum. Diyarbakır'da dengbejleri dinledim. Benim dedem de Antakya'da zamanında kahvelerde, cemaat toplantılarında hikâyeler anlatan biriydi. Orta ikiye kadar onun hikâyeleriyle büyüdüm. Orta ikiden sonra böylece tarihimiz silindi. Ne yazık ki ailemizde kendi tarihimizi araştıracak, bunları sorgulayacak hiç kimse yoktu. Diyarbakır evlerinde gördüğümüz duvar içerisindeki tencereler, kıymetli eşyaların kondukları o yerlerdeki eski yazı kitaplar ne yazık ki biz çocukken eve gelen gelin tarafından atılıp gitti. Geriye hiçbir şey kalmadı. Ortaokul ve lise çağlarımızda bilinçlendiğimizde kendi kendimize hep şunu söyledik; ‘Evrenseliz, Biz Dünya vatandaşıyız. Ne oralıyız, ne buralıyız.’ Barış ve kardeşlik üzerine bir dünya kurmuştuk. Böyle düşünüyorduk.
Uzun yıllar sonra 2008 yılında Diyarbakır'a geldim. Diyarbakır'da Kadın Yazarlar Derneğini kurmuştuk. Ben Antakya’lıyım, çok kültürlü bir ortamda yetiştim. Bir de devrimci kültürle yoruldum ya, sorunlara ve kişilere; emek-sermaye ilişkisi içerisinden bakıyorduk.
18 kişiyle İzmir'den yola çıktığımız o yolculuk, benim yeniden bakmamı ve yeniden değerlendirmemi sağladı. Çünkü aramızdaki her arkadaşın kurduğu cümleler içimde derin yaralar açtı. İzmir ve Diyarbakır kent kültürünü, iki kentte yaşayan insanların; dillere, kültürlere, farklılıklara verdikleri değerleri, aralarındaki farkı daha iyi gördüm. Aslında ne kadar okursak okuyalım. Ne kadar teori ezberlersek ezberleyelim; yaşamın öğrettiği her zaman farklı ve yalın oluyor. Ve o gezide bazıları gördükleri her taşta bir ötekileştirme, bir düşmanlık görseler de; benim için Diyarbakır barışa, kardeşliğe uzanan yolun başlangıcıdır. Bundan 12.000 yıl öncesinden günümüze kadar gelen insanlık hikâyesinin yeniden yeniden yaşanmasıdır.
2008'den bu güne kadar defalarca geldiğim, gözlemlediğim Diyarbakır’ın ve tarihinin yok olmasıdır. Kardeşliğimizin yok olması, dostluğumuzun yok olması. İlk geldiğim yıllarda Sur’ların içini, tek tek kiliseleri, sokakları gezmiştim. O sokakları gezerken düşüncelerim Hurri- Mitanniler’e kadar gidip gelmişti. Sonraki geldiğimde yasaklıydı. Bunların hepsini siz de yaşadınız. Vatandaş olarak da, kadın olarak sizlerin acılarını paylaşsak da; siz ve bizler olmaya başladık. 2009’da ilk geldiğimizde bir poşetimizi dolmuşta unutmuştuk. Dolmuştaki arkadaş dedi ki; ‘Hiç merak etmeyin, muhakkak ki bulunur. Asla hırsızlık olmaz.’’dedi. Bugün aynı mı? Akşam uçaktan indiğimde taksi şoförü; İstanbul'un İzmir'in sürekli karşıdakini yolayım, daha fazla para kazanayım niyeti artık Diyarbakır'da da vardı.
AVM’ler, aynı tip restoranlar, dünyanın her yerinde gördüğümüz aynı renklere boyalı, aynı balkonların olduğu siteler, aslında kaybeden Diyarbakır mı? İnsanlık mı? Halen onu sorguluyorum. Ama şu bir gerçek; Diyarbakır hala binlerce yıllık o insanlığın insan olma duygularını yaşatıyor. Sokakta gördüğüm bir boyacı, Sur içerisinde sohbet ettiğim bir esnaf bana kendi insanlığımı hatırlatıyor. Her ne kadar bundan sonraki yıllarda eski Diyarbakır’ı bulamazsak da.
Birsen İnal;
“Eskiden esnaf dükkânının kepengini indirmiyordu, öylece bırakıp gidiyordu. Kapılarımız ardına kadar açıktı. Kimse bir başkasının bir şeyine tenezzül etmezdi. Komşular birbirleriyle bir aile gibiydi. Aynı haşve içinde Ermenisi, Süryanisi, Ezidisi, Türkü, Kürdü birarada yaşıyordu. Kuçeye çıktığında beş ırkla kardeşçe selamlaşır, alışveriş yapardık. Düğünlere, yaslara beraber giderdik. Bayramlarımızı beraber kutlardık. Ramazan ayında biz otuz gün oruç tuttuğumuzda Ermeniler, Süryaniler mahallesinde bir gün saygılarından dolayı ağızlarına bir lokma almazlardı. Ama şimdi arıyoruz o kenti bulamıyoruz. Hüzünleniyoruz. Bizim mayamız hüzünle yoğrulmuş. Bu şehir ahlarla yaşadı, ahlarla var oldu.”diyerek söyleşi için ayrılan zaman dolmuştu. Başka panelistler yerlerini alacaklardı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.