Kişilerde Gerçek
İlk çağdan bugüne kadar “gerçekliği kasıtlı veya kasıtsız yanlış yansıtan, düşünceler olmuştur. Bu düşüncelerin gerçekliği doğru yansıtıp yansıtmadıkları, ne kadar yansıttıkları araştırılabilinir.”
Kişinin düşüncesi, yıllar içinde çevresindeki tepkilerin birikimi ile kendi düşüncesi oluşmakta ve bu düşüncelerin sınırlarını belirlemektedir. Bu durum kişi’ye çevresinin çizdiği düşüncelerinin dışına çıkmasına izin vermemektedir. Durum böyle olunca bu kişiler, çevresinin çizdiği düşünsel ve davranışsal sınırların dışına çıkmaya cesaret ettiğindekişi, ya o çevreden izole edilir, ya da sertçe uyarılır, cezalandırılır, ayıplanır ve olumsuz tepkiye maruz kalır. Bu durum için Fromm, “İnsanın çekinmesine neden olan şeyin, korku olduğunu bu korkunun da değer verdikleri inançlarının yanılsamadan başka bir şey olmadığının kanıtlanması ve içinde yaşadıkları kuramların zararlı olduğunun ortaya çıkması olduğunu ve buna ek olarak da kendilerinin sandıklarından daha az saygıdeğer çıkması korkusu olduğunu” söyler.
Kişiler, bir hayat boyu taşıdıkları ve bedel ödeyip emek vererek oluşturdukları çevre içinde, taşıdıkları düşünceler ile tanındıklarından, kendi düşüncelerinin yanlış olma ihtimalini bile kabul etmezler. Çünkü bu kişiler, düşünsel mahalle baskısından, tecritlenmeden, başka insanlarca sevilmez olmaktan korkarlar ve tüm sosyal etkilerden çok, çevresinin her dediğine inanırlar. Ayrıca gerçekle yüzleşmeden kaçınırlar ve aynı şeyi bin kez tekrar ederek, aynı düşünceleri seslendirerek “onları hiç geliştirmeden” yaşamayı sürdürürler. Kişinin bunu onaylanmasının bir nedeni de kendi çevresi içinde, çevresinin ortak düşüncelerine uygun olarak, ona aykırı olmadan kabullenme ihtiyacıdır. Çoğu kişi çevresinin düşüncesine aykırı bir düşünceyi seslendirmekten çekinir, bazı yanlışların farkında olsa dahi, bu yanlışları seslendirmez ve böylece hedef olmaktan kaçınır. Yani Türkali’nin dediği gibi “söylemekten korkmaya başladı mı kişi, düşünmekten de korkmaya başlar.” Bu durumda olan kişi, içinde bulunduğu sanal gerçekliği, nesnel gerçeklik olarak algılamaktadır. İşte bu yüzden de, kendi yaşadığı dışında bir nesnel gerçeklik olabileceğini düşünmemektedir Dostoyevski “Sevimli bir şeydir yalan, çünkü gerçeğe götürür bizi. Hayır, kötü olan, yalan söylerken söyledikleri yalana kendilerinin de inanmaları…” der.
“Kişi ve kendisine ait ideal imgelerini, hoşa gitmeyen ya da tehlikeli gerçeklerin bilincine varmasını engelleyen bastırma gibi savunma mekanizmaları ile korur, acı veren gerçeklerin, bilinç düzeyine çıkmasını engeller. Kişi, öngörüye bağlı itaat edip kendisine dayatılan, “sahte gerçekliği” sorgulamadan kabullenip kanıksadığı müddet zarfında, idare edenlerin, topluma uyguladığı insani sorun ve felaketlere, kişiler duyarsız kalıp teslim olur ve direniş göstermez.
Bu durum, bunları kişinin görmesine yardımcı olma çabalarına karşı koymayı sağlayan durumu aynı terapistin psikoterapideki “direnç”i gibidir. Burada gerçekleri ortaya koyanları hedef alan kişinin, sahte gerçekliğini korumak için, yalan, agresifleşme ve başkalarına saldırma durumunu da unutmayalım. Araştırmalarda bu durum, “insanların, gerçeklerden çok, inanmak istediklerine, inandıkları şeye” karşı, bilimsel ve nesnel gerçek ortaya konulsa dahi, hemen karşı bir tepkiyle inandıklarına daha sıkı sarıldıklarını tespit etmiştir. Kişilerin gerçeğe değil de inanmak istediklerine inanma eğilimi, kişi açısından risksiz olduğu gibi kişisel çıkarlarını da korur. Bu sahte gerçeklik, nesnel gerçeklik tarafından yıkılana kadar kişi, nesnel gerçekliği ne kadar çok reddederse, inandıklarına o kadar daha çok inandığını ve bu inandığı sahte gerçekliğin bir kale gibi sağlam olduğunu düşünür. Yani kişi, aslında nesnel gerçekliği değil, kendi imgeleminde yarattığı sahte gerçekliği ile yaşamaktadır. Bu durumdan da memnundur.
Son zamanlarda nesnel gerçekliğin, değiştirilerek ve sanal bir boyuta dönüştürülüp tamamen nesnel gerçeklikten farklı, sanal dünyanın, kendi sanal gerçeklik algısına “Artırılmış gerçeklik,” terimi kullanılıyor. Şöyle ki, günümüz de sosyal yaşamın herhangi bir yerinde bileni, bilmemekle suçlayan bilgisizleri görürüz. Ne acıdır ki bu kişilerin, genellikle “bildiğini sandığı şey” bir başkasından duyduğu ve benimsediği bilgilerdir. Bu bilgiler bazen bir ideolojinin kırıntılarıyken, bazen de o kırıntılardan var edilen “kendince büyük” bir ideoloji olabilir, bu durum“cehaletin ideolojisidir.” Toplumu dikkatle incelersek, bu tiplerin arasında, konumlu, unvanlı, makam sahibi “bilge cahilleri” çok sayıda görürüz.
Bugünlerde “postmodern” toplumlarda, öfke ve nefret daha çok sosyal medyada görünüyor. Kişiler sosyal medyada, ötekilerine gerçek hayatta olduklarından daha fazla nefret gösterebiliyor ve öfkeyle kendilerini ifade edebiliyorlar. Özellikle sosyal medyadaki yorumları incelediğimizde, birbirlerini hiç tanımayan bu tipteki kişilerin, haber ve yorumlarının altında birbirlerine nasıl nefretle yaklaştıkları görülüyor. Bu davranışların en önemli nedeni ise, kişiler arasındaki bilgisizlikten oluşan görüş ve düşünce farklılıklarıdır. Kişi kendi dünya görüşünü,ötekileştirilenlere dayatmakta, duymak ve görmek istemediğinden farklı bir şey duyduğunda, hemen saldırıya geçmektedir. Bu tür prototip’te dinci, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı, sağcı, solcu ve herhangi bir dünya görüşüne sahip insanların bazıları, bu tür yorumlarda bulunabilirler. Burada, kişinin hangi dünya görüşüne sahip olduğundan çok, hangi davranış biçimlerini gösterdiğine bakmalıyız.
Bu daha çok kişinin, dünya görüşüyle değil de, kendi kişiliği ve dünyaya bakışı ile ilgilidir. Bu yapıda olan kişiler sorgulamadan inanan, fanatik bir şekilde kendi düşüncesi dışındaki tüm düşünceleri reddeden tiplerdir. Böylesi zayıf kişilikte olan kişiler dünyadan kopuktur, kendi dünyalarında yaşamaktadırlar. Evrendeki her gelişmeyi, kendi ideolojik sahte gerçekliğin de ya da inancında olduğunu zanneder. Bunu yapabilmek için de kendisini kandırmak zorundadır. Bu tür kişiliklerin, nesnel gerçeklik ile olan ilişkisi kopmuştur, yani yabancılaşmıştır. Bu kişilerde Horney’nin söz ettiği nevrotik kişilik bulunabilir. Çünkü bu kişiler kendisine göre, dünyanın en “doğru” düşüncelerine kendisi sahiptir. Bu nedenle, bu prototip’teki kişiler, düşüncelerini ortaya koyarken başkalarının düşüncelerine saygı göstermediğinin, başkalarının haklarına tecavüz ettiğinin, ne kadar saldırgan olduğunun farkında bile değildirler. Bu tavır, kişiyi fanatizme kadar götürür. Kendi düşüncesinden başka bir düşünceyi, değil dinlemeye, duymaya bile asla tahammül edemez.Bu prototip’teki kişiler, kendi resmi ideolojisine aykırı düşüncelerle karşılaştığında ve kendi ideolojik, entelektüel birikimi de bunların üstesinden gelmesinde yetersiz kalıyorsa, o takdirde yapacağı tek şey saldırı, küfür, hakaret gibi “Nefretle ve öfkeyle yok etmeye programlanmış duyguların saldırgan davranışlardır. Ya da ötekileri suçlayarak kendi düşünsel zayıflığını bastırmakta ve bir anlamda da kendisini rahatlatmaktadır. Ama diğer yandan da kendi düşüncelerine daha da sıkı sarılmaktadır. Ayrıca bu kişiler, resmi ideolojisine sızmaya çalışan nesnel gerçek düşünceyi “etkisiz hale getirmeye” çalışarak, onu bastırma yoluna giderler. Kişi, resmi ideolojisiyle nesnel gerçeklik arasındaki çelişkinin yarattığı düalizme karşı, onu bastırma, yok sayma, görmezden gelme tavırlarını gösterir. Vigilanteler, bu tipteki kişilerden oluşur.
Bu tavırlar sonucu kişi, resmi ideolojiye inanır ve onu mükemmel, her şeyi çözümleyen bir ideoloji olarak görür. Eğer bu kişi iktidardaysa, elinden geldiği kadar farklı düşüncelerin dile getirilmesinin, tüm zeminlerde yasaklanmasını, hangi koşulda olursa olsun bu tür düşünceleri dile getirenleri de cezalandırılmasını, hatta hapsedilmesini ister. İktidar gücünü kullanamadığında veya iktidarda olmadığında, farklı düşünceleri dile getirenleri, aşağılar, suçlar, karalar, hakaret eder, küfür eder ve saldırır. Bu kişiler, kendisine göre farklı olan doğru düşünceleri dile getirirler, o kadar “yanlıştır” ki onları sorgulamayı ve bir an olsun doğruluk derecelerini düşünmeyi bile tahammül edemez. Bu kişiler, kendilerinin önüne koyulan düşüncelerin, kuralların ya da kişilerin “inanılırlığı veya meşruluğuyla da ilgilenmezler,” yalnızca inanmak istedikleri düşünceler, kurallara ilgi duyarlar. Daha önce bahsettiğim gibi bu davranışlar kişilerin aynı zamanda inanmaya ihtiyacı vardır. Bu kişilerin bir şeye inanmaya olan ihtiyacı daha sonra, inandığı o şeyin kemikleşmesine ve artık inandığı şeyin yanlışlığı bilimsel olarak kanıtlansa dahi, o kişiyi sahte gerçekliğe inanmaktan vaz geçmeyeceği gibi daha fazla inanmasına sarılmasına neden olur. Bugüne kadar yapılan psikolojik deneyler bu gerçeği bilimsel olarak kanıtlamıştır. Bunlar bu kişilerin büyük çoğunluğun aslında nesnel gerçeklikle olan ilişkilerinin koptuğunu gösterir. Bu gelişmeler sonucunda, yabancılaşma o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki kişi bunu fark edemez.
Bu kişilik yapısında olanlar, devletin karşı çıktığı ya da resmi ideolojinin düşüncesine karşı, başka bir resmi ideolojinin ve başka bir otoritenin yönlendirmesi etkisinde kalır. Bu da kişinin nesnel gerçeklikten bir kopuşunu gösterir. Bazı çelişkiler içinde olduğunu bilse de bu çelişkileri sorgulamak yerine çoğu zaman, sanki onlar hiç yokmuş gibi davranır, hatta onları kendinden bile gizlemeye çalışır, çünkü otorite altında olan kişi. Bu ister bir devlet otoritesi, isterse bir parti veya kurum otoritesi olsun baskı altında olacak. Temelde yaşanılan kültür bilim, teknoloji, sanat, ahlak, gelenek ve görenekler ve benzerleri kişiyi gündelik yaşamda neredeyse doğumdan ölüme değin hem düzensiz yaygın düşünce alışverişiyle hem de düzenli örgün eğitimle koşullandırır. Hele kişiye mevcudu sorgulama ve eleştiri geleneği özellikle örgün eğitim kanalıyla oluşturulamamışsa bu koşullanmanın boyutu olağanüstü ölçülerdedir. Bu nedenle sorgulama ve eleştirinin olmadığı otoriteye, bu otorite din olabileceği gibi, siyasal bir otorite ya da bir “izm” yani saplantılı bir bakış açısı da olabilir. Tabi uysal toplumlarda değişimin çok yavaş olduğu ya da hiç olmadığı görülür.
Çevresinin etkisinde kalmadan, “mahallenin” tepkisinden çekinmeden düşündüklerini nesnel gerçeklikle bağdaştırmaya ve açıkça kendi özgür iradesiyle davranan kişi, gelişme yolundaki insandır. Bu kişi, kendisini gerçekleştirme yolunda önemli bir adım atmış demektir. Ama kişi eğer içinde bulunduğu topluluktan farklı bir düşünce geliştirirse, bunun hoşa gitmeyeceğini ötekileştirildiğini fark edince, ya inanmış gibi yapacak ya da kendisini de inandırmaya çalışacaktır.
Kişi, resmi ideolojisindeki çelişki ve yanlışları hayatın kendisinin yanlış olduğunu kanıtladığı ideolojik tezler ya da olguları görmezden gelerek, zaten içinde bulunduğu yabancılaşmanın etkisini bir kat daha arttırır. Dostoyevski’nin dediği gibi “yaratılan ya da kendisinin yarattığı yalana, bizzat kendisi inanacaktır.” Bu durumda kişi, kendi resmi ideolojisinin kalıplarına kendini uydurmaya ve düşüncelerini buna göre yeniden düzenlemeye girişir. Bu kişiler, savunmaya çalıştığı resmi ideolojisini bile tam olarak anlamaktan, algılamaktan uzaklaşmış, kendi kişisel alanına ilişkin olarak ise tam bir çelişkiler yumağına dönüşmüştür. Bu durumun diğer boyutu da, bu yüzden çelişki içinde olan ama bunu gerçekte gizleyen çoğu kişi, trajik bir biçimde nesnel gerçeklikten kopmuş ve kendi yarattığı ya da resmi ideolojisinin yarattığı sanal bir gerçeklik içinde kaybolmuştur. Asıl trajik olan ise paradoksal bir biçimde kişi, bundan memnundur. Bu duruma, “kişinin içinde bulunduğu durumun, felsefesini yapması” diyebiliriz.
Bu duruma şu örneği verebilirim. Postmodern toplumlarda, bir politikacı hakkında ciddi yolsuzluk iddiaları olsa, hatta bu iddialar kanıtlansa bile, toplumda o politikacı kendini destekleyen taraftar bulabilir. Dünya siyaset sahnesine şöyle bir bakarsak, o an itibarı ile hükümetlerde bulunan ya da yakın zamanda hükümet etmiş, üst düzey politikacıların çoğunluğunun hırsızlıkla, yolsuzlukla ya da usulsüzlükle suçlandıklarını, hatta bunların bir kısmının hırsızlıklarının kanıtlanmış olduklarını görmemize rağmen, bu kişiler o toplumun yarısının, ya da büyük bir bölümünün desteğini almışlardır.
Çünkü kişilerin taraftarları böyle bir durumda, iddiayı inkâr yoluna gider, nesnel gerçeklikle yüzleşmeyi reddeder ve o kişi ve kişilere desteğe devam ederler. Çünkü gerçeklikle yüzleşmek, bir cesaretin yanı sıra yeni bir durum getirir ki bu kişi açısından. Yeni bir durumdur. Bu da kişinin içinde bulunduğu çevreyi ve alıştığı durumu, birçok şeyi daha kaybetmesi ve onun açısından belirsizlik anlamına gelebilir. Böyle bir durumda kişi, kendisinin mensup olduğu veya destekledikleri partilerin, organizasyonların ve kurumların ne yaptığına bakar. Eğer bunların çoğunluğu, bu durumda hırsızlıkla suçlanan politikacıdan yana ise kişi de bu durumun sürmesinden yana olur. Çünkü aksi takdirde hem içinde bulunduğu çevreden izole edilebilir hem de kişisel öz çıkarlarını kaybedebilir. İdeolojiler, nesnel gerçekliğin algılanmasına engel teşkil eder. Gerçekliğe karşı olan tahammülsüzlük, kendi gerçeğini yaratma istenci ile son bulur.
Bu yazıyı 2018 yılında “Algılar ve Geçek” Kitabımın sayfa 128-136 yazmıştım.
Tarih
e-mail [email protected]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.