Müslüm Üzülmez

Müslüm Üzülmez

Gömülü şamdan ve satranç

Gömülü şamdan ve satranç

Çok okuyan, az yazan biriyim. Okumak benim için olmazsa olmaz bir şey. Sürekli okurum. Bazen belli konulara dair (tarih, bilim, felsefe, din, siyaset gibi…) kitapları ya da kimi yazarların kitaplarına yoğunlaşarak peş peşe okurum. Bu aralar da bolca Stefan Zweig’in kitaplarını okuyorum. Okuduklarımdan ikisi hem çok etkiledi hem de çok düşündürdü beni.

Stefan Zweig usta bir yazar. Kurgu ve betimlemelerine hayran kaldım. Sözcükler cümlelerde matematiksel sıralanmış; anlam olarak geometrik, dizilimleri ise adeta aritmetik bir kusursuzluk örneği. Kalemi eline aldığında iç dünyasındaki fırtınaları ve gözlemlerini doğal haliyle yazmış gibi. “Rastladığı insanlar, karşılaştığı olaylar, gizemli bir simya ile, sayfalarda söz dizisine” dönüşmüş. Goethe’nin “İnsanlığa gösteriş yapmaya çalışan süslü nutuklar, sonbaharın kuru yapraklarını hışırdatan rüzgârlar gibi tatsız” özdeyişini kulağına küpe etmiş, sanki. Yazılarında yaşamın ve de mutluluğun tadına daha derinlerden varılmasını amaçlamış: İnsanca yaşamaya çağrılar var!

Stefan Zweig, Gömülü Şamdan kitabında çok farklı bir konuyu tarihi imgelerle ve de güzel bir anlatımla dantel gibi işlemiş. Beni oldukça düşündürdü. Okuduğumuzda dini ya da ulusal değerlerin, anlam yüklenmiş şeylerin tarihte nasıl önemli bir işlev gördüğünü; bir nesnenin nasıl insanları bir araya getirdiğini, onları kenetlediğini ve belli bir amaca yönlendirdiğine tanık olmaktayız. Kitapta Hz. Musa’nın idrak ettiği, Hz. Harun’un kutsadığı, Haz. Süleyman’ın evindeki Tanrı masasının üzerinde yer almış kutsal altın şamdan ve şamdanı kurtarmak için seçilen “acıyla sınanmış” Benjamin Marnefesch’in serencamı anlatılmakta.

Şamdanın serüveni kanlı ve uzun tarihi bir yolculuktur. Tarihlendirerek biraz anlatayım. Üzerinde mumların sonsuza kadar yanacağı şamdan önce M.Ö. 597’de Babiller tarafından kutsal mekânı Kudüs’ten alınarak Babil’e taşınır. Sonra Pers Kralı Kiros’un fermanıyla (M.Ö. 538) Babil’den tekrar Kudüs’e geri getirilir. M.S. 70’te Roma İmparatoru Titus Kudüs’ü kuşatır, kutsal tapınağı yakıp şamdan dâhil tüm kutsal emanetler Roma’ya taşınır. M.S. “455 yılının bol güneşli bir haziran günü” Roma’ya giren Vandallar tarafından şamdan ve kutsal emanetler yağmalanarak Kartaca’ya götürülür. “Ancak bir haydudun peşine daima bir başka haydut düşer, birinin güç kullanarak elde ettiği bir şey, onun elinden de güçle çekip alınır.” (s.58) Kartaca 535 yılında Bizans İmparatoru I. Justinianus’un ordusu tarafından işgal edilir ve şamdanla birlikte yağmalanan tüm zenginlikler başkent Konstantinopolis’e/İstanbul’a taşınır.

Şamdan yollara düştüğünde, Yahudiler de yollara düşmek zorunda kalır. (s.31) Sürgünde yaşamaları kaderleri olur. Romanın kahramanlarından biri olan Haham Eliezer bu yaşamın nasıl bir şey olduğunu şöyle anlatır: “Diğer halklar gibi yataklarımızın altında kendimize ait toprağımız yok, kendi tarlalarımızda tohumumuz da meyve sebzemizde yetişmez. Yaya olarak diyardan diyara gider, mezarlarımız bile yabancı topraklarda kazılır. …halklar arasında yalnız başına ve kimsesiz bir halk olarak kaldık.” (s.44)

Yapılacak tek şey vardır şamdanın kurtarılması. Bunun için yeryüzüne dağılmış Yahudiler seferber olur, kenetlenir ve Benjamin Marnefesch’i şamdanı kurtarması için seçerler. Şamdanın kurtuluşu kavimin kurtuluşu, şamdanın vatanı Kudüs’ten uzak oluşu Yahudilerin yabancı ellerde sürgünlüğünün devam edilişi olarak görülür. Şamdanla Yahudi kavminin kaderleri özdeşleşir artık. Haham Eliezer bunu çok net anlatmaktadır: “Bu dünyada hiçbir eser bu yedi kollu şamdan kadar kutsal ve eski değildir ve çağlar boyu yeryüzünde bu kadar uzun yolu geride bırakmamıştır, bütünlüğümüzün ve saflığımızın ifadesi olarak geçmişte ve bugün sahip olduğumuz her şey arasında en değerli güvencemizdir o. Ve onun ne zaman ışığı sönüp yok olursa, bizim de yazgımız karanlığa mahkûm olur.” (s.53) “Şamdan Kudüs’e geri döndüğünde, kendi sürgününe son verecek ve kavmi kurtarılan kendi sembolünün etrafında yeniden bir araya getirecek”tir (s.80). “Sürekli kovulup sürülenler ve ezelden beri zulme uğrayanlar olarak kurtarılmayı beklemiş olmasalardı nasıl yaşayabilirlerdi zaten?” (s.117)

Kendi devletlerini kurmayanların ya da kuramayanların geleceğinin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve yok olmayla karşı karşıya bulundukları tarihin öğrettiği bir gerçek. Ezilen, sürgün edilen, göçe zorlanan, baskı gören mazlum halkların, inanç gruplarının, ulusal azınlık mensuplarının Gömülü Şamdan’dan öğrenecekleri bir şeylerin olduğunu düşünüyorum. Güncel, okunmasında fayda var.

(Stefan Zweig, Gömülü Şamdan, Venedik Yayınları, (Çev: Recep Özbay), 2019 İstanbul.)

Stefan Zweig’in Satranç’ı ise beni fazlasıyla düşündürdü ve etkiledi. Etkilemesinin altında yatan neden, 1982-1984 yılları arasında Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde değişik koğuş ve hücrelerde tutuklu olarak bulunmamdan kaynaklanıyor. Cezaevinde iki “Ben” vardım. Biri cezaevinde tutuklu olan, robot gibi havalandırma ya da koğuşta marş söyleyen, otomatiğe bağlanmış gibi marşların sözleri kendiliğinden ağzından dökülen ya da emir tekrarı eden bendi. Diğeri ise hayaller kuran, eşiyle geleceğe dair planlar yapan, çocuklarıyla oynayan, akrabalarıyla dertleşen; arkadaşlarıyla Diyarbakır’da kahvelerde çay içip sohbet eden, Ergani’de Makam dağı eteklerinde bahçelerde subaşlarında eğlenip tartışan, İstanbul’da Boğaz’da rakı içen. Yani ikili bir var oluş yaşıyordum: Bedenimle tutsak, hayallerimle özgürdüm.

Bu deneyimi yaşamış biri olarak açıkçası Satranç’ı biraz stresli okudum. Öykünün kahramanı Dr. B., benden farklı, çok daha ileri boyutta, o da ikili bir var oluş yaşıyor. Olay şöyle gelişir. Gestapo tarafından psikolojik işkence amaçlı özel bir odaya kapatılan ve uzunca bir süre hiçbir şeyin olmadığı bu odada tek başına tutulan, soyutlanan, tümüyle hiçliğin içine itilen ve uzun bir aranın ardından sorgulama için odadan çıkartılan Dr. B., bir rastlantı sonucu, eline bir satranç kitabı geçirir. Satranç bilmemesine rağmen, odada tek başına olmanın vermiş olduğu can sıkıntısıyla bu kitap sayesinde satranç oyunun tüm inceliklerini kuramsal olarak öğrenir. Satranç tahtası ve taşlarının olmamasını önemsemez. Tıpkı bizim Diyarbakır 5 Nolu’da yaptığımız gibi, önce ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla ve kareli desenlere sahip yatak çarşafının altmış dört karesiyle, sonra da tümüyle zihninde üç boyutlu olarak oynar. Farkımız, bizler zihinde değil, satrancı koğuş ya da hücre arkadaşlarımızla oynardık. Dr. B., böylece zihnin sonsuz alanında çift taraflı düşünerek farklı iki rakibi/kişiliği yaşar, yani kendini siyah ve beyaza bölüp ikili bir var oluş özelliği kazanır ve sonuçta çok iyi bir satranç ustası olur. Hiçliği yok eden bir uğraşı edinir, ancak bu tutkusu, “satranç zehirlenmesi” yüzünden sinir krizine, beyin ateşine yakalanır. Tedavi edilir, arkasından da serbest bırakılır. Yirmi beş yıl eline satranç taşı almamış olsa da, bir gün New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde, gemide satranç şampiyonuyla oynadığı oyunu kazanarak herkesi şaşırtır: İkili bir var oluş oyunda mucizevi etkisini gösterir.

Satranç’ın konusu, kurgusu, anlatımı ve kahramanının ruhsal gelgitleri incelikle işlenmiş, çok güzel ve ilginç. Okunması gereken kitaplardan biri olarak düşünüyorum. (S. Zweig, Satranç, Çev: Ahmet Cemal, TİB Kültür Yayınları, 2012 İstanbul.)

Okunanların anlamı okuyanın ruh haline bağlı olarak değişebilir. Ben, Gömülü Şamdan ve Satranç’ı böyle okudum. Hürmetle…

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Müslüm Üzülmez Arşivi
SON YAZILAR