Dedemin portakal öyküsü
Sunu
Yoksulluk yılları tek tabağa kaşık sallanan yıllar, evde tek çeşit yemek de olsa da herkesin evinde ekmeği, çorbası, yemeği vardı, lezzet ve damak tadından mahrum olsalar bile karınlarını doyurup çok şükür denilen zamanlardı!
Sadece karın tokluğuna çalışılan, lüks denilecek harcama sadece yaz aylarında dondurma kış aylarında da soba üstünde kavrulan kestane bir de sucuk türü mamuller ve muz… Muz, sucuk yemeden büyüyen bir nesil yetişti, bu şehir hayatına dair anekdotlardan… Şimdilerde de kiraz yiyemeyen bir nesil yetişiyor ama dünyada kiraz üretiminde 1. sıradayız!
1
Köylük yerlerin anekdotlarını da dedemden bilirim; köylük yerde yaşardı yaz-kış mecbur kalmadıkça ilçeye bile gitmezdi toprakla haşır neşir olurdu, birkaç keçi ve bir elin parmağı kadar büyükbaş hayvanlarıyla yaşamını sürdürürdü, tüm dünyası buydu! Toprağı işlerdi kendi içtiği tütününü kendi ekerdi çok çalışkan biriydi üç kişilik bir insandı!
Portakalı çok severdi yaşadığı coğrafya dağlık ve sarp bir bölge olduğundan portakal, muz yetişmezdi, diğer meyveleri kendi yetiştirdiği ağaçlarından toplardı… O yıllarda her meyve kendi mevsiminde yetişirdi öyle “Sera” olayı yoktu, okullar kapanıp karnemizi alınca köye giderdik ve her gittiğimizde kızları Diyarbakır’dan öteberi götürürlerdi nineme ve dedeme, dedem hep sorardı: “Fortakal yok mu, fortakal!”
Yaz aylarında portakal mı olur, portakalın nineminde, dedemin de içlerinde hep ukde olarak kaldığına şahit oldum ve genelde portakalsız geçti yılları… Dedemin bu sözü benim içimde de ukde kalmıştır, “Fortakal yok mu, fortakal!” Dedem radyoyla aşinaydı torunu Eşref Abi sayesinde 1970’li yılların başında tanıştı ve şaşırdı, durmadan sorardı: ”Bu insanlar nasıl girmiş bu kutuya” dayım oğlu Eşref Abi’ usanmadan dedemin sorularını yanıtlardı, köyümüzde elektrik olmadığından pille çalıştırırdık…
Köy yakmalar başlatınca dedem mecburen Diyarbakır’a geldi, ninem daha önce rahmetlik olmuştu, dedem ilk defa televizyonla tanıştı, konuşmaları anlamazdı bizlere sorardı biz de ona tercüman olurduk, televizyon seyretmesini çok severdi. Televizyonu kapadığımızda şaşırırdı, Zazaca: “Bu kadar insanlar nereye gitti, yoksa yatmaya mı gittiler!” ağlanacak halimize gülüyorduk, işte o an dedemin yanaklarını öperdim, evlatlarının ve torunlarının yanaklarından öpünce çok mutlu olduğunu o an fark ettim…
Mevsim narenciye mevsimiyse ikram edilen portakal-mandalinayı çok güzel soyardı, anam portakalı soyup getirdiğinde istemedi, Zazaca:
“Fortakalı ben soyacam!”
Anam soyulmamış portakal-mandalina ve elma getirdi, yelek cebinden bıçağını çıkardı, Tv izliyoruz ama ben göz ucuyla hep dedemi izliyorum, ilk defa yaz tatili dışında dedemle birlikteyiz… İlk defa bu kadar güzel portakal soyan birini gördüm, portakalı soyduktan sonra portakalın üstündeki tortuları bir Heykeltıraş titizliğiyle üşenmeden temizledi, tek tek dilimlere ayırdı, portakalı, mandalinayı ve elmayı incitmedi, hayran kaldım! Toprağı işleyenler toprağı, ağacı, börtü-böceği incitmezler, bunları kutsal bilirler o an farkına vardım! Ali Dayım ve oğlu Recep bir sokak ötemizde otururdu akranımdı, dedem için yer mekân önemli değildi akşam yemeğini hangi evladı ve torununda yediyse orda uyurdu, sevilen sayılan el-bebek, gül-bebek bakılırdı, sekiz evladı vardı, iki erkek, altı kız, sürüyle torun sahibiydi… Dedem bir sabah bize geldi televizyon açıktı tek kanal dönemi tabi, Televizyona bakınca şaşırdı kafasını iki yana salladı:
“Halla-halla bunlar Recep’in evindeydi ne çabuk buraya geldiler!”
Dedem muzu 90 yaşında gördü, yemek sonrası meyve faslı, tabakta muz da vardı dedem muza dokundu eline aldı evirdi, çevirdi bir anlam veremedi o an anam devreye girdi muzun nasıl soyulduğunu gösterdi, o an gülümsediğini gördüm, dedemin muzu ilk ısırığında yüzümü, yüzüne kopyaladım ve mutlu olduğunu yüzündeki ifadeden anladım…
Dedem Azizler mahallesinde doğmadı ama adı gibi Aziz’di, iki dedemin de adı da Aziz’di, Sofi Sakallıydı, diğer dedemi görmedim tüm güzel dedelerimizin mekânları cennet olsun!
Devlet dediğimiz kurum bu güzel, saf namuslu insanlara ne adına zulüm yaptı bilen var mı?
Konuyla ilgili bir fıkrayla sonlandıralım…
Zaman eski zaman; Diyarbakır’ın kırsal kesiminde yaşayan iki kafadar, Haso ile Meheme askere gitmek için trene binerler, birkaç gar sonra aynı kompartmana orta yaşı geçkin bir beyde dahil olur. Beraber yolculuk yaparlar, sohbet muhabbet tren Maden Tünellerine yakın ilerlerken orta yaşlı bey çantasından muz çıkarıp gençlere ikram eder, bizim kafadarlar ilk defa muzu görüyorlar onlarda dedem gibi muzu evirip çevirirler bişey anlamazlar. O bey muzu soyar bunlarda dörtgözle izlerler, onlarda muzu soyorlar, Haso muzu ısırır o an tren tünele girer kompartımanın içi kararır, Haso’yu bir telaş alır, yerinde duramaz ve can havliyle bağırır: “Ula Meheme yeme oni, ben yedim kor oldum!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.