Bu onlara kalmamalı çocuklar…
Sanırım beş, belki de altı yaşlarındaydım, sözde her biri dünyaya bedel, yeri göğü inleten, en kutsal görevi Kürde aman vermeyen olan kasaturalı, her biri ayrı bir zebellah komandonun köyümüzü, çocukluğumun cenneti, doğup birkaç yıl ancak yaşabildiğim Kerteş’i bastığı, aşiret kavgalarında meydanı kimseye bırakmayan pos bıyıklı koca koca erkeklerin, bıyıkları henüz terlemiş genç delikanlıların köyü kadınlara, yaşlılara ve biz çocuklara bırakıp tabana kuvvet dört bir yana kaçtıkları, arazi oldukları, dahası komşu köylere sığındıkları o gün, o günlerimde. O berbat günü hiç unutmadım, hafızamdan hiç silinmedi, benimle yaşamaya devam etti. Ne zaman bir köy konuşulsa, bir köy hikayesi anlatılsa, devlet şiddetinden bahsedilse, asker baskınından söz edilse, Kürt sorunu gündeme gelse ilkin dehşete düştüğüm o günü, dahası tanık olduğum o ilk vahşeti hatırlarım, kan revan içindeki Eyo Hûro’yu yad ederim, acısını hep yüreğimde hissettiğim, hayatım boyunca bir daha görmediğim, o günden sonraki hayat hikayesinin nasıl devam ettiğini hiç bilmediğim bu yaşlı adamla göz göze gelirim, acısını yeniden yeniden yaşarım bunca yıldan, ömrüm boyunca devam eden bunca kavgadan, bitmek bilmeyen bunca savaştan sonra bile. İçimden verdiğim hayatımın ilk sözü, ettiğim ilk yemin hep aklıma gelir. Aramızda hiçbir akrabalık bağı yoktu Eyo Hûro’yla, aşiret hesabıyla o Qeregêçî’liydi, ben ise Çemikan…
*
Mevsim yazdı, aylardan Temmuz, belki de Ağustos’tu, gün yanıyordu, dışarısı çıkılacak gibi değildi, her taraf kupkuruydu, bir iki ay öncesine kadar şen şakrak olan tabiat ana can çekişiyordu adeta. Köyün sırtını verdiği Kura Kerteş’in hemen dibindeki çeşme çoktan kurumuştu, kuyulardaki sular bile hepten çekilmişti. Karanlık yere çöker çökmez az ötemizdeki karayolu boyunca Siverek’e giden ‘Qestel’ dediğimiz yer altındaki su borusunun havalandırma kulesinden binlerce yıldan bu yana bize, en başta Geduk köyüne, dahası civar köylere ait olan, devlet zoruyla el konulmuş suyumuzu çalmaya, daha açık bir deyimle kendi suyumuzun hırsızlığına çıktığımız zamanları yaşıyorduk. Benim de daha o küçücük yaşta bir iki defa, belki de daha fazla su hırsızlığına çıkmışlığım var. Büyükler belimize bağladıkları iple bizi kulenin dibine, suyun nefeslendikten sonra gümbürtüyle bir sonraki dev boruya aktığı yere bırakıyor, çoban fenerinin verdiği aydınlıkta sarkıtılan tenekeleri suyla dolduruyorduk. Askeri devriyeler geldiğinde, ya da farı kuvvetli bir araç yolda göründüğünde eşeklerimizi yükleriyle birlikte bırakıp araziye kaçıyorduk. Devriyeler, kimi zaman eşeklere, su tenekelerine el koyuyordu, kimi zaman ise bin bir zahmetle Qestel’den çekilen suyu dökmekle, tenekelerimizi parçalamakla yetiniyorlardı. Su hırsızlığı yada köy kavgaları için arada bir köy basılsa da can yakıcı, ulu orta işkence yapılmıyordu köylüye, bir iki tokatla, hakaretle geçiştiriliyordu…
*
Bu defa bir başka geldiler, bir başka öfkeliydiler, hiçbir zaman bilmeyeceğim bir sebeple gelmiş olmalılar. Köy, adam akıllı ablukaya alınmıştı, evlerin araları, toprak damları, etraftaki kayalıklar, hatta sırtını verdiği tepe, Kura Kerteş bile tetikte bekleyen askerle dolup taşmıştı, bildiğimiz, gördüğümüz her taraf kuşatılmıştı, sanki Siverek’in, hatta Urfa’nın bütün askerlerini yığmışlardı. Biz çocukları, kadınları, yaşlıları dipçikleye dipçikleye alıp getirdiler köy meydanına, halka halinde dizdiler yan yana. Ne olacağını beklerken, ne yapmak istediklerini anlamaya çalışırken kıyametimiz koptu birden. Yüzü kan revan içindeki yaşlı Eyo Hûro ile iki oğlunu evlerinden alıp geldiler köy meydanına, birer cenaze gibi yüzü koyun attılar halkının ortasına. Önce oğulları falakaya yatırdılar, ayaklarından kan fışkırana kadar sopaladılar. Sopa her kalktığında da gözlerimi kapatıyordum, sopa her indiğinde yerimden sıçrıyordum, korkudan tir tir olmuş, annemin yaz ortasında giydiği yumuşacık mor kadife fistanına yapışmıştım can havlıyla, avazım çıktığınca ağlıyordum, sesim yeri göğü sarsıyordu diğer tüm çocuklar gibi çığlık çığlığa. Kadınlar hüngür hüngür ağlamaya başlasa da askerlerin dipçik darbeleriye seslerini kısıyorlardı, kendilerini boğucu hıçkırıklara bırakıyorlardı. Bir tek ayakları sopalanan kardeşlerin gıkı çıkmıyordu, arada bir çıkan ‘of’ sesini saymasam, duyduğumu söylemesem...
*
Kardeşlerden sonra ayakları falakaya alınan yaşlı Eyo Hûro’ya sıra geldi. Sopayı eline alan başka bir asker yoruluncaya, nefesi kesilinceye kadar Eyo Hûro’nun ayaklarına vurdu, bir defa bile ‘of’ demedi yaşlı adam. Başka bir asker devam etti, sesi çıkmadı Eyo Hûro’nun, ikinci asker de yoruldu, üçüncü asker devam etti sopalamaya, yine sesi çıkmadı Eyo Hûro’nun. Kadınlar sustu, biz çocuklar ağlamayı bıraktık, askerlerin havada tutmaktan bıktığı falakadaki ayaklara inen sopanın sesi dışında çıt çıkmıyordu, trans haline geçmişti sanki tüm köy, çoluk çocuk, kadın yaşlı, illaki Eyo Hûro, ayak tabanlarından oluk oluk akan kana rağmen. Olmadı, Eyo Hûro’dan ses çıkmadı, askerler yoruldu, askerler takattan düştü sopalamaktan. Bu defa en şişman, en uzun askeri bulup getirdiler, ayakları kan içindeki Eyo Hûro’nun sırtına bindirdiler, öylece az ötemizdeki diken tarlasına sürdüler, kayalık yerde yürüttüler, yine gıkı çıkmadı, bir defa bile ‘of’ demedi Eyo Hûro. Öğlen vaktiydi, güneş en kızgın anındaydı, yeryüzüne ateş üfürüyordu sanki. Askeri, falakayı, sopayı umursamayan Eyo Hûro hep güneşe bakıyordu, onunla fısıldaşıyormuş gibi. Yine olmadı, bize doğru sürdüler bu defa, korku içinde iki yana açıldık, her birimiz bir tarafa düştük, yine olmadı, konuşturamadılar, bir laf bile ağzından alamadılar. En sonunda meydana getirdiler, oğullarının yanına sere serpe yere yığdılar, yaşayan bir ölü gibi. Bir ara nasıl olduysa döndü, sırtı yere gelmemiş bir Tanrı gibi baktı bize Eyo Hûro, göz göze geldik onunla, sözleşir gibi olduk bir an, “Bu onlara kalmamalı çocuklar…” der gibi gülümsedi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.