Andelib(3)
“Hayat, satrancın aksine şah mattan sonra da devam eder.”
İsaac Asimov
“Kim ne derse desin, kaybolan o gezegeni bulacağım!”
Bilge Nazır, kimi zaman bağırarak kimi zaman da kendi kendine söyleniyordu bu şekilde. Kelimeler; evin duvarlarına çarpıp açık bir pencere veya kapı arıyor, önünde sonunda bacadan atmosfere yayılıyordu. Troposferde bir müddet takılı kaldıktan sonra Stratosfer, oradan Mezosfer, Termosfer ve Ekzosfer derken karanlık maddeye selam edip tekrar yeryüzüne dönüyordu. Doğa, birden değişse ve ses boşlukta yayılabilse -ki bunun imkansız olduğunun farkındayız- uzay boşluğunda yayılmayı en çok hak eden ses onun sesiydi. Çünkü hayatının bir kısmını değil tümünü “kayıp” gezegeni bulmaya adamıştı. Evin kapısını kilitleyip odasına kapandığı günlerde bu hayalinin -onun deyişiyle hedefinin- peşinden koşuyordu. Tüm sokak haberdardı onun bu hayalinden, hatta ona deli diyenler bile oluyordu. Ama bir deli olmadığı aşikârdı ve içinde bulunduğu evren hakkındaki bilgisi, sokak sakinlerinin tüm bilgisinden bile fazlaydı.
Uzaya olan merakı henüz çocukken başlamıştı. O zamanlar kalabalık olan evlerinin çatı katında el feneriyle bilim dergileri okur; bir yıl boyunca biriktirdiği tüm harçlığını vererek aldığı, aslında oyuncak olan ama onun profesyonel sandığı teleskopuyla gökyüzünü incelerdi. Teleskopun vizörü genelde bulanık olsa dâhi o yine de her gece incelerdi gökyüzünü. Çünkü ona göre gökyüzünde bir “kayıp gezegen” vardı! Keşfedilmemiş, gözlemlenemeyen değil de “kayıp". Evrenin derinliklerinde belirsiz bir eksende dönüp duruyordu onun kayıp gezegeni. Yıllardır kimse -o dahil- bulamamıştı bu gezegeni ama o varlığında kararlıydı.
Onu gören herkes hakkında bir şeyler söylüyordu. Dağınık kır saçları, şeffaf çerçeveli gözlüğü, mavi keten gömleği ve krem rengi kadife pantolonuyla yine çok dağınık gözüktüğü bir gün dışarı çıktığında berber dükkanının önünde oturan ihtiyarların sözleri ilişmişti kulağına.
-Allah'ını seversen, bu mu bulacak gezegeni? Daha kendi kendini bulamıyor, mahpus gibi ayda yılda bir adım atıyor sokağa.
Yutkundu. Bu sözleri duyunca sessizce geçti berber dükkanının önünden. Bir şey söyleme lüzumu görmedi. Ağzını açarsa haddini aşıp saygısızlık eder diye korkuyordu. Başkaları onun hayalleriyle dalga geçerek saygısızlık yapıyordu belki de. Sonuçta en büyük saygıyı hayaller hak ederdi. Çünkü hayaller de evren gibiydi; ne olacağını kimse kestiremezdi, en olmadık zamanda olurdu ve şaşırırdı hayali kuran bile. Hayal, insanlığa sunulmuş en büyük nimetti. “Sahi, hayalle oynamak da günah sayılmaz mı?” diye geçirdi içinden Bilge. Hafif bir tebessümle devam etti yoluna.
Çalışmalarına ara verip alışverişe çıktığı günlerde sık sık şahit oldu bu tür diyaloglara. Farkındaydı, yaşadığı çevrede birkaç kişi dışında hiç kimse inanmıyordu ona. Ona gerçekten inandığını hissettiklerinden biri de evinden iki bina ötede oturan bir gençti. Boyu ortalamanın biraz üstünde, saçları kısa, siyah kare çerçeveli gözlük takan ve elinde sürekli kitap olan bu gencin adı Mithat’tı. Sık sık karşılaşırdı onunla. Aslında Mithat’ın balkonda kitap okurken onu beklediğini ve sokaktan geçtiğini görünce hemen aşağı indiğini anladı uzun bir süre sonra. İlk kez kendini değerli hissetmişti o zaman. Mithat, yanına gelip:
-Ben sana inanıyorum abi, demişti heyecanlı bir ses tonuyla.
Bilge sağ elini Mithat'ın omzuna koyarak:
-Kim ne derse desin, kaybolan o gezegeni bulacağız! diye fısıldadı Mithat’ın kulağına.
Bilge, ilk kez birinci çoğul şahıs ekini kullanmıştı.
(Tefrika olarak devam edecektir. Yeni bir tür deniyorum. Görüş ve önerilerinizi bekliyorum. Selam ve sevgiyle.)