Ölümün Dört Rengi
DücaneCündioğlu
“Kendini ara, elinde kandille.”
Kendimin peşindeyim.
Kendimin , yani hakikatin.
Hakikatimin .
Tüm güçlü ve zayıf taraflarımla kendimin.
Yoldaşsız bir yolda. Tek kişilik bir yolda. Herkes gibi, yalnız.
Yürüyorsam düşe kalka, bil ki ısrarımdan.
Evet, kendimde ısrar ediyorum. Yolumda.
Israr etmek zorundayım.
O halde , sen ey çocuk, gülme, çaresizim.
Yaralıyım.
Kendimle aramdaki mesafeyi kapatmak zorundayım. Büyüklerim gibi. Efendimiz gibi.
Ölmek zorundayım. Bir an önce.
Hiç değilse, ölmeden önce.
DücaneCündioğlu, Ölümün Dört Rengi kitabına önsözünde yer alan güzel bir şiirle giriş yapıyor; ölmeden önce ölmenin gerekliliğine vurgu yaparak. “Hak ehlinin mirasıdır bize, ölmeden önce ölmek. Ölebilmek. Hakikat ehlinin. Ehl-i hikmetin. Kendi ellerimizle, kendi irademizle ve ihtiyarımızla ölümü seçmekle emrolunduk. Hz. İnsan haline gelebilmek için ve dahi mananın ışıltısıyla yanmak uğruna maddenin çamurunu gönül aynasının üzerinden silmekle görevlendirildik. Sonra unuttuk. Unuttukça ve unuttuğumuz için unutulduk. Terkedildik. Ölmeden önce ölmeyi bilmediğimiz için. Ölemediğimiz için. Ölümün rengiyle boyanmadığımız ve boyanmak gerektiğini bilmediğimiz için.”
Dağların yüklenemediğini yüklenmiş olduğumuzu çok düşünmüşümdür. İşte insan derim o zaman; işte her şeyiyle nisyan… Unutmuş olmayı yeğlemek kolay olanı, sürekli hatırda tutmak; noksanlıklarıyla, yetersizliğiyle, yara bereleriyle tabiri caizse düşe kalka, tüm çaresizlikleriyle bir fiil hatırda tutmak. Her şey aslına rücu etmiyor mu zaten, tüm benliğiyle ve tüm rengiyle.
Eserde Çehov’un “Başkalarının günahıyla aziz olamazsın!” sözüne de yer verilmiş. Başkalarının günahları, eksiklikleri yahut hataları. Hep başkaları… Başka bir şey bilmez ilgi alanında başkaları olanlar. Önce biz, önce kendimiz olmalıyız; şayet suçlayacak, kusur bulacaksak!Hem görünen her şeyin görünmeyen başka bir yüzü de yok mudur; yani sadece görebildiğimiz, görülen kadarına vakıfız.
Hal böyle olunca hesabı devreye sokuyor Yazar, gerçekle hakikatin kıyasını yaparak… “Gerçek ölçülebilir olduğu sürece, gerçeğin ancak bir tarafını ve bir miktarını görmek ve göstermek mümkündür” diyor ve ekliyor, “peki ya hakikat? Hakikatin boyutları olmaz. Ne hacmi, ne eni, boyu ve derinliği vardır hakikatin. Ölçülemez. Hesaplanamaz. Niceliğe indirgenemez. Sadece kavranır. Bir bütün olarak yaşanır. Bir anda. Bir defada. Gerçeğe değen parmaklarınız gerçekliğe de uzanmalı; hakikate.”
Renklere giriş yapılırken, önce yeşil tercih edilmiş. “yeşil ki huzurun adıdır, huzur ve sükunun… Can’ın rengidir yeşil, canlılığın ve dahi diriliğin, cennetin.” Biraz daha derine inerek, yeşil renginin sarı ve mavinin karışımından meydana geldiği, hareketten doğan bir duruluğun dinginliğe ulaşmasına dikkat çekilmiş.“Sarırenk, sararıp solmanın, çürümenin, ölümün hemen öncesinin... Mavi, iffetin rengi. Turuncu, şefkatin… Turuncunun içinden sarı çekip alındığında ise aşkın ve şahadetin rengi çıkar ortaya; Kırmızı. Hallac’ın ve dahi Şems’in rengi…”
“Hüznün, umutsuzluğunve kasvetin rengidir, kirli beyaz.” diyor yazar. Eserin bu bölümünde Katedrallerin mimari yapısını kasvetli bulduğunu ve sebebini bilmediği bir soğukluğun benliğini üşüttüğünü söylüyor. Almanya, Fransa ve İtalya’daki katedrallerin aksine, istisna olarak bir tek İspanya katedrallerini gördüğünü, Endülüs’ü, Gırnata’yı, Kurtuba’yı ve Sevilla’yı aydınlık bulduğunu dile getiriyor. Turgut Cansever’in haklılığına vurgu yaparak, “İslam dışı kültürlerin ve özellikle Hristiyan Batı kültürünün insanı ümitsizliğe sevkeden, karanlık, kasvetli dramatik boşluğunun tam da aksine, İslam mimarisinin ‘biçim berraklığı’yla ve açık umut verici renkleriyle temayüz ettiğini” söylüyor.
Siyah, “ölümün siyahı; ürkütücü, delici, hoş, katrani siyah yani sade hakikat.” olarak nitelendirilmiş. Van Gogh anılmış bu sayfalarda. Siyahı, karayı, kapkarayı sevimlileştirmek uğruna kendinden vazgeçişini ele almış.
Rengarenk ölümler arasından dört rengi ön plana çıkarıyor, Yazar; beyaz, kırmızı, yeşil ve siyah… Eserde renklerine göre ölüme tek tek açıklama getirilmiş. Kırmızı ölüm (mevt-i ahmer), Şehvetin ölümü. Hırs ve ihtirasların. Beyaz ölüm (mevt-i ebyez), İştahın ölümü. Tokluğun… Açlığı tatmanın, açlığın lezzetine kavuşmanın, yemeden içmeden kesilmenin adı. Yeşil ölüm (mevt-i ahder), kıyafetin ölümü. Giyimden kuşamdan uzaklaşma. Libası terketme, her türlüsünü; arayiş-i zahiri…Siyah ölüm (mevt-i esved), bir eylemsizlik değil, negatif eylem ise hiç değil. Bilakis halkın arasına girmek, halkın içinde yaşamak, halkın ızdırabını yüklenmek demek siyah ölüm. İnsanın derdiyle hemhal olmak yani nefsi öldürmenin diğer bir adı… Ölümün dört renginin mealinden sonra DücaneCündioğlu okuyucularına şöyle sesleniyor; “Ey talib! Her makamın rengi vardır. Rengini seç! Makamınca seç!”
“İrfan ustaları hakikat yolcusunun heybesinde iki azık olmalı; havf (korku) ve reca (ümit) diyen DücaneCündioğlu Hz. Ali’nin “Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben O’nu!” sözündeki bölümünde iki ayeti kerimeye dikkat çekiyor. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide/54) ve “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuştur.” (Maide/119). “Sevildiysek eğer, sevebileceğimizi unutmamalı. Sevgisizlik, sevmeyi bilmemekten gelir, sevmeyi bilmemekten neşet eder. Alacaklı gibi değil, borçlu gibi sevmeli” diyerek ne kadar seversek sevelim borcumuzu ödemeye güç yetiremeyeceğimizden, şükrünü eda edemeyeceğimizden dem vurur.
Sanatı değerlendirirken, sanatta sanatçıyı görmekten vazgeçmemek gerektiğine vurgu yapan Yazar, Tarkovski’nin sanat anlayışı ile açıklıyor bu görüşünü; “Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir, ve insan yalnızca duasıyla yaşar.”
Eserinde bir çok kavramınitelik ve nicelik açısından değerlendiren yazar, insan için son noktayı İslam felsefesinin temel taşı olan güzel ahlak ile koyuyor. Bir Hadis-i Şerifle debu konuya dikkat çekiyor; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
İşte insan…
Ölümün Dört Rengi/Kapı Yayınları/126 sayfa
Ceylan Alkan