“Yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi”
Martı Jonathan Livingston
Richard Bach
Yaşam içerisinde herkesin mutlak rolleri olduğu bir gerçek. Fıtratımıza işlenmiş olan muhteşem kodların yansımasını oluşturan duruşlarımız, bizim nerede olmamız ya da nerede durmamız gerektiğini fısıldar bize. Sonradan öğrenip, edindiğimiz davranışlarımız da var elbette. Kanaatimce yine bunları kendimize uygun olanlardan seçme hissimiz azımsanmayacak kadar fazla. Genel hatlarıyla isminden mi kaynaklanıyor bilinmez, okumak için elime aldığım eserin içinde adeta kuş oldum, süzüldüm gökyüzünde; herkesin kendinden bir şey bulacağı bir kuş; Martı Jonathan Livingston…
“ Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı. Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı bir lokma yiyecek için mücadeleye girmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.” Sahilin ve teknenin çok ötesinde tek başına uçma talimleri yapan bir martı; Jonathan Livingston... Sıradan bir gün gibi görünse de onca martının arasında sıradanlıktan sıyrılmaya çalışan, bunu yaparken de yalnızlığa terk edilen bir martının öyküsü böylece başlıyordu.
“Çoğu martı sırf yiyecek bulmak, sahilden ayrılıp tekrar dönebilmek için uçar. Bunun dışında bir şey öğrenmek için uğraşmazlar, öğrenmek istedikleri bir şey yoktur. Onlar için uçmanın tek anlamı, karınlarını doyurabilmektir.” Oysa Martı Jonathan için önemli olan yemek değil, uçmaktı. Çünkü o, uçmayı büyük bir tutkuyla seviyordu. Annesinin endişeli tabiriyle bir kemik ve tüy kalmış olması onun umurunda bile değildi. “Ben sadece havada ne yapıp yapamayacağımı öğrenmek istiyorum, sadece öğrenmek” diyordu.
İnsanın ne istediğini bilmesi, kendini tanıması yani kendi olması en önemli nitelik bana göre. Bazen de sınırların ötesinde, sırlara erişmek gerekir ki, işte o makama ancak çabalayarak ulaşılır. Aklı o makamda olan biri için durmak değil, koşmak vardır. Gerekirse yalnızlığı göze alıp, göklerde kanat çırpmak. “Ne kadar tatsız olursa olsun, başımıza gelenler ne öğrenmemiz gerektiğini bilmemiz açısından gereklidir” ve “Bizler her ne isek çaba ya da uyuşukluğumuz sonucunda o hale bürünürüz. Neyi arıyorsak işte onu buluyor, neyi amaç edinmekteysek, varabildiğimiz en uç nokta da orası” diyor Richard Bach.
“Oysa düşüncelerinize vurulan zinciri koparın, o zaman bedeninizin de özgür olacağını göreceksiniz” ilkesine sadakatle Jonathan, bundan sonraki günlerini tek başına sarp kayalıklarda uçarak geçiriyordu. Onu üzen şey yalnızlığı değildi. Diğer martıların uçmanın keyfine varamamış, uçmalarıyla gurur duyamamış olmalarıydı. Gözlerini azıcık aralayıp ileriye bakmayı reddetmeleri ne üzücü diye düşünüyordu. Tüm sürü için istediği, tüm sürüye mal etmeyi arzuladığı her şeyi, yalnızca kendi elde ettiği için üzgündü. İyilik hakkında aldığı dersler, sevginin doğası hakkında öğrenmeye çalıştıkları onda dünyaya geri dönme isteği uyandırıyordu. En önemlisi de onun azminin temelinde yatan en kutlu tavsiyeyi Chiang söylemişti veda ederken ona; ‘sevgiyi sakın ihmal etme.’ Sevgiyi hiç yanından eksiltmemesi onun yanındaki diğer martılara da öncülük etmesine sebep olmuştu. Sevginin her şeyin temelini oluşturduğunu öğrenmişti. Ancak bir şeyi severek isteyince gelirdi vuslat ve Jonathan da uçmaya büyük bir sevgiyle bağlıydı. Başarmayı ise, Chiang şöyle anlatmıştı genç öğrencisine; “ Eğer ne yaptığını biliyorsan her zaman başarırsın. Başarmak için ne yaptığını bilmek gerek.”
Gökyüzüne ait bir varlık için, uçmak aslında sıradanlıktır. Önemli olan nerede ve nasıl uçulduğudur. Gözüyle gördüğüyle sınırlı kalmamıştı Martı Jonathan, görünenlerin hepsinin sınırlı olduğunu ve anlayarak bakmanın, görünenin özeline geçilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir gece gökyüzünde tanıştığı Sullian ile kurduğu dostlukla güç kazanmıştı. Ve artık yalnız değildi. Sullain’dan edindiği tecrübeleri de yanına alıp sürüsüne geri dönme kararı almıştı. Döndüğünde onunla aynı kaderi paylaşan Fletcher ile karşılaşmış ve bu ikilinin azminden etkilenen birkaç martı da onlara katılmıştı. Jonathan’ın hayatındaki en önemli duruş affetmekti. Hatta Fletcher ile aralarında şöyle bir diyalog geçmişti; “Az önce seni öldürmeye kalkışacak kadar azgınlaşan bir sürüyü nasıl oluyor da sevebiliyorsun, anlamıyorum doğrusu” deyince “ sevilen o değil ki Fletch. Kin ve kötülüğü elbette sevemezsin. Her martıda gerçek martıyı görmeye çalışmalı, her birinin içindeki iyiyi bulup çıkarmalı ve bunu onlara da göstermelisin. Gerçek sevgi budur işte. Onu bir kez tattın mı, vazgeçemezsin” cevabını vermişti Martı Jonathan. Dostlukla ilgili söylenebilecek belki de en can alıcı cümle; “Eğer dostluğumuz zaman ve uzaklıkla sınırlıysa, o yok demektir. Zaman ve uzaklıkla sınırlı olmayanı yaşıyoruz biz. Uzaklığı yenince hep aynı yerdeyiz, zamanı yenince hep aynı anın içindeyiz.”
Geçmişi yalnızlıklarla dolu olmasına rağmen Mart Jonathan bir öğretmen olarak doğmuştu. Ve onun sevgisini gösterme yolu, yalnızca gerçekleri görmek için fırsat kollayan bir martıya doğruları öğretebilirdi. Ondan sonra bu yolu takip eden martılar, uçmanın ruhunu ritüellerle bozmuş olsa da, orda en yüksekte onlara her an bir şeyler öğretmek ruhuyla yaşayan bir martı daima onlarla gibiydi.
1936 yılında ABD’de doğan Richard Bach’ın, on sekiz yayınevi tarafından reddedildikten sonra 1970’te basılan ve 1977’de filmi de yapılan eseri milyonlarca kişi tarafından okunmuş aynı zamanda uluslararası bestseller olmuştur. Yazar, öykü kitabının son bölümünde kendi düşüncelerine de yer vermiştir. “Sorular, yıllarca bizi şaşırtır ve sonra birdenbire bilinmez bir yerden bir cevap fırtınası gelir. Asla görmediğimiz bir yaydan fırlayan oklar gibi.” Kitabı okurken; denemek mi, yenilgiyi kabul etmek mi yorar insanı? diye sordum kendime. Ben cevabımı buldum, darısı Martı Jonathan Livingston’u okuyanlara…
Martı Jonathan Livingston, Richard Bach, Epsilon Yayınevi, 147 sayfa