Neçirvan BOZKAPLAN

Neçirvan BOZKAPLAN

Ölü sinek

Ölü sinek

Emekli maaşını çeken Nuri’nin etrafı kalabalıktı. Nuri’nin üç ayda bir aldığı emekli maaşına göz koymuşlardı. Torunlar, aslanlar tarafından avı çalınan sırtlan sürüsü gibi Nuri’ye nefretle bakıyordu. Maaştan bir şeyler koparmanın çaresine bakan fırıldakların başvurduğu her yol neticesiz kalıyordu. Torunlar miskin haldeyken, damda meşeden yapılan çardakta oturan Nuri’nin huzuru yerindeydi. Ne acelesi vardı; ne de torunlarına verecek beş kuruş parası. Salkım söğüt yeşili, terli külahını büküp dizine koydu. Uzun kaşlarını eliyle tarayıp terli alnını mest etti. Torunlarına seslenip bu günlere nasıl geldiğini anlatmaya başladı. Dedenin anlatacağı hikâyenin hatırıyla merhamete geleceğini düşünen torunlar etrafında halka oluşturdular.

Ben Şahşat köyünde hamaldım. Daha doğrusu köyün ortak malı, köyün eli ayağıydım. Köyün tüm işleri dönüp dolaşıp alın terime çarpardı. Davarlara gider, ahırları temizler, harmanı rüzgâra vururdum. Ekip biçme zamanında rençperlerin yemeğini götürür getirirdim. Benim Şahşat köyünde çektiğimi piramitlerde çalışan firavun’un köleleri çekmedi. Başım nereye çevrilse gövdem o yöne hareket ederdi. Yetim adamdım. Küçük büyük, gördüğüm her erkeği babam, her kadını anam sayardım. Öyle boynu bükük, zavallı bir adamdım. Köyde yaptığım tüm bu işleri karın tokluğuna yapardım ama ne çare. Üst üste iki öğün tok kalmazdım. Ortak kullanılan köy merası gibi bir adamdım. Sabah akşam işlerinde çalıştığım aileler bana bir öğün yemek vermemek için beni bir başka evlere yollarlardı. Gittiğim evde beni bir başka bir eve yollardı. Git Nuri git, filanken seni bekler, hava kararmak üzere burada çok oyalandın” derlerdi. Sırf iki lokma yemek vermemek için bunu hepten yaparlardı. Köylünün el ayak işlerinde, köylünün acımasız elinde açlıktan ölmek üzereydim. Günde on defa ova ile köy arasında mekik dokurdum. Şalvarıma o kadar yama vurulmuştu ki şalvarım Dürzî bayrağına dönmüştü. Gene de tüm bunları dert etmedim, namusumla çalıştım.

Yaz mevsimiydi. Mergaver bölgesi sapsarıya boyanmıştı. Eşekle öküzün kardeşçe sahipsiz dolaştığı tokluk zamanıydı. Harman zamanı işler artmıştı ama boş midem eskisi gibiydi. Kara patosların, gergin develerin, sinek konunca deliye dönen öküzlerin peşinden koşmaktan pişik olmuştum. Yaz güneşin altında pişik halimle yavru ördek gibi yürüyor, insanlar pişik olduğumu anlamasın diye sürekli bir şeylerle meşgul olurdum. Buna rağmen ne merhamet eden vardı ne de karnımı doyuran. Neyse ki bir çaresini buldum, düştüm cennet bahçesine. Günlerden bir gün Şahşat’ın tozlu topraklı yolundan buğday biçen bir ailenin yemeğini götürdüm. Aile köyün zenginleriydi. Yolu yarılayınca mertek gibi durdum. Sofrayı yere serdim, ne var ne yok nevalenin içini boşaltım. Bizde ikram edilmeyen yemeğe dokunmamak adettir. Hemen sinek aramaya koyuldum. Böcek, sinek ne bulduysam alıp hoşuma giden en güzel yemeğin içine attım. Nevaleyi toplayıp tekrar yola koyuldum. Yetim adamdım, üstüne saf ayağına yatınca tümden şüphe çekmez olurdum. Zengin ailenin yanına vardım, verdim ellerine nevaleyi. Onlardan azıcık uzakta it gibi kıvranıverdim. Adamlar sofrayı dikkatlice açtı. Ekmeği kardeş payı yapıp dizlerine bıraktılar. Yer sofrasında genişçe oturdular. Yağlı kuzu kavurmasına ilk lokmayı vurmadan tabaktaki sineği fark ettiler. Kanatları zümrüt yeşili sinek zibil böceğiydi. Böceğini görünce deliye dündüler. Ne olmuş ağam” deyip koştum yanlarına. Ah vah ettim sofranın üstünde. Böceğin konduğu yemeği mideleri almadı. Yemeği çöp edeceklerdi ki teslim olmaya hazırlanan er gibi iki elimi kaldırdım dikildim karşılarına, yazıktır günahtır dedim. Epeyce dil düktüm, neyse ki ikna oldular ama köpeğin önüne kemik atar gibi tabağı önüme fırlattılar. Bu davranışlarından hayıflandım doğrusu. Ama ne çare, fakirin alınması kimin umurunda. Adamlar sağa sola söverken ben yağlı kuzu kavurmasını afiyetle yedim.

Artık tokluğun yolunu bulmuştum. Öyle ki açlık nedir unuttum. Günlerce çalı çırpı arasında sinek kovaladım. Zamanla bir deri bir kemik kalmış bedenim yağlanmaya başladı. Gırtlak kemiğimin bilezikleri bile kayboldu. Bir kasabanın en fiyakalı fotocusunda vesikalık fotoğraf çekecek düzeye geldim. Zamanla benden şüphelendiler. Mevsimin kalan son işlerini bana yaptırıp sonra beni kovacaklarını anladım. Şahşat’ta yemeğine sinek koymadığım tek bir aile vardı. O da Resul’ün ailesiydi. Elbette bunun bir sebebi vardı. Resul’ün kızı sağır Naciye’ye vurulmuştum, o da bana tabii. Mahsul sonrası arpa, buğday başaklarını topladım, bir fistan fiyatına denk gelen parayı başlık parası yapıp evlendim. Hasat zamanı bitince beni köyden kovdular. Onlara göre artık ben bu köye olmazmışım. Köyün ekmeğine ihanet ediyormuşum. Yıllarca emek verdiğim köyde artık bana ekmek kalmamıştı. Ben ki minnet eylemem gâvura, sağır Naciye’mi aldım koyuldum tozlu topraklı yollara. Nereye gideceğimi bilmiyordum, sığla ağacının gölgesinde dolandım durdum. Sağır Naciye’m ellerini göğe kaldırıp ikimiz için dua etti. Sağırların duası tez kabul olur derler. Halk hikâyelerinde ismini sıkça duyduğum Dımdım Kalesine gitmeye karar verdim. Safevi kralı Şah Abbas’a karşı büyük bir destan yazan Kürt’lerin şanlı direnişiyle dilden dile dolaşan Dımdım Kalesi’ne gitmek beni heyecanlandırmıştı. Oraya gidip ekmeğimle suyumla sağır Naciye’m ile huzurlu bir ömür geçirecektim.

Bohçam sırtımda sağır Naciye’mle koyuldum eşkıyalarla dolu ürpertici yollara. Günler sonra nasıl olduysa kurak otlarla çevrili bir yolda Naciye’mi aniden kaybettim. Adeta Naciye’m İsa Mesih gibi göğe yükseldi. Ben o esnada su içmek için kuyuya eğilmiştim, her ne olduysa o an oldu. Uzun zaman ondan haber alamadım. Sonra duydum ki sağır Naciye’m bir köy ağasına varmış hem de dini nikâhlı. Ona her türlü zulüm, baskı reva görülmüş. Ağa zulmü, kuma zulmü derken Naciye’m dayanmamış asmış kendini. Naciye mi hatırladıkça nefesim daralır, içim yanar.

Elli koyunu sağacak kadar zaman geçti ki Dımdım Kalesi’nin doğusunda bir köye vardım. Oranın insanı yiğit, mert olurmuş derlerdi de inanmazdım. Köyün sahibi Zeynel ağaydı, hem de ağaların ağasıydı. Kendisi efsanevi kral Rüstemê Zal’ın soyundan geliyordu. O gün anladım ki yiğitlerin toprağında insan yiğit olurmuş. Sağır Naciye’mi asla unutturmasa da üç kocadan dul kalma kekeme Gülistan’la evlendim. Zeynel Ağa’nın beni evlendirmesi karşılığında ırgatlığını yaptım, borcumu ödedim. Zeynel Ağa, hem ekmek kapım hem de destekçim oldu. Dımdım Kalesi’nin civar köylerinde mutlu bir hayat sürdüm. Nuri’nin hikâyesinden sıkılan, paradan umutları tümden kesilen torunları damı terk etti. Gözlerini Dımdım kalesine diken Nuri hüzünle hikâyesine kaldığı yerden devam etti. Elinden düşen tespihini almak için biraz eğildi, hiçbir yarıntıyı kaçırmadan anlatmaya devam etti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Neçirvan BOZKAPLAN Arşivi
SON YAZILAR