O sadece bir gazete değildi…
Kapıdaki gürültüyle uyandık, saate baktık, sabah beşe geliyordu…
“Kapıyı açın, kapıyı açın, ben Hayrettin, Hayrettin, Hayrettin…”
Kapıyı açtık, biz daha bir şey deme fırsatını bulamadan nefes nefese konuşmaya başladı Hayrettin, “Gazeteyi bombalamışlar, alev alev yanıyormuş, öyle böyle değilmiş, bu defa haberler çok kötü…” dedi.
*
Zor günlerden geçiyorduk, hemen her gün bir çalışanımız vuruluyordu, bir irtibat büromuz yada bir temsilciliğimiz bombalanıyordu. Ağır silahlarla işyerlerimiz basılıyor, haber materyallerimize el konuluyor, arkadaşlarımız yaka paça alınıp götürülüyordu, çoğu zaman OHAL’in yasal sınırı olan 29 gün boyunca devam eden işkenceli gözaltılardan sonra tutuklanıyordu. Özellikle, Diyarbakır, Mardin, Batman, Cizre, Van, Urfa, Ağrı bürolarımız hemen her gün basılıyordu. Ankara, İzmir, Adana bürolarmızda da durum pek farklı değildi. Bürolarımızın, muhabirlerimizin, haber kaynaklarımızın, dağıtımcılarımızın, okurlarımızın, hatta gazetemizi el altında da olsa satan bayilerin olduğu hemen her yerde dişe diş bir mücadele devam ediyordu. Merkez bürolarımızda, gazete yönetiminin bulunduğu binalarımızda da durum aynıydı. Çok değil, daha bir yıl önce, yine bir Cuma günü, dahası Dünya İnsan Hakları Günü, 10 Aralık 1993’te Kadırga’daki merkez binamız dahil, tüm bürolarımız polis tarafından basılmış, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Gurbettelli Ersöz, gazetenin Müessese Müdürü Ali Rıza Halis dahil, o anda gazetede bulunan misafirlerimiz, hatta alacaklılarımız, çalıştığımız esnaflar dahil herkes, yaklaşık 350 kişi gözaltına alınmıştı, Ersöz'le Halis, iki hafta devam eden Gayrettepe'deki gözaltıdan sonra tutuklanmıştı. Zaten hiçbir yer, hiçbir zaman aralığı bizim için güvenli değildi, anlayacağınız hep tetikteydik, hep hazırdık, bana sorarsanız geceleri gündüze, gündüzleri de geceye çıkmayı umut ederek yaşıyorduk. Amansız bir mücadele vardı, bir türlü bitmeyen zorlu günleri ve geceleri aşmak, kaygısız, korkusuz bir güne varmak ve tabi ki bir gün daha fazla yaşayabilmek umuduyla çalışıyorduk. Ölümün kol gezdiği o günlerde bir adım bile geri durmuyorduk, hele gerçeğimizden, hakikatimizden vazgeçmek aklımızın ucundan geçmiyordu, her geçen gün daha da ağırlaşan şiddetten korkup geri çekilmiyorduk, teslim olmuyorduk, her geçen gün biraz daha kuşatılan, biraz daha daraltılan yaşamın zorluklarından usanıp kaderimize razı gelmiyorduk, asla pes etmiyorduk, tersine üstüne üstüne gidiyorduk karanlık dehlizlerde örgütlenip bizimle kaçak dövüşen zorbaların üzerine, ölümü bize reva gören cellatların üzerine.
O gün her zamanki gibi yine gece yarısına kadar çalışmıştık, İstanbul gazetesi baskısı bitmiş, en taze gazete gelmiş, son bir defa daha haberlerle dolup taşan sayfalara bakmıştık. Artık eve gitme, birkaç saatliğine de olsa dinlenme vakti gelmişti. Yine kazasız belasız geçirdiğimizi sandığımız bir Cuma günü bitmiş, Cumartesi'ye henüz girmiştik, sanırım saat gece ikiyi geçmişti gazeteden ayrıldığımızda, kalanlar ise çatı katındaki yatakhaneye çekilmişlerdi. Sadece gece nöbetçileri çalışmalarına devam ediyordu.
Ersin, bizi eve bıraktıktan sonra bir, belki de bir buçuk saat sonra gazeteye dönmüş, arabanın anahtarını danışmadaki Komünist Apê Kemal’e bırakmış, ikinci kapıdan geçmiş, gazete katına çıkan merdiveni adımlarken binanın giriş katındaki Renault servisine Kerküklü Türkmen oldukları tahmin ettiğimiz yaşlı bir çift tarafından akşamdan bırakılmış bomba yüklü araç patlamış. Aracın patlamasıyla binanın yaklaşık bir metre kalınlığındaki taş duvarları olduğu gibi ön sokağa dökülmüş, patlayan aracın bazı parçaları üç yüz, dört yüz metre ötedeki binaların çatılarına, hatta kimi evlerin balkonlarına uçmuş, duvarlarına saplanmıştı. Aracın motoru ise kaldırım betonunu, yolun asfaltını yırta yırta, binanın kolonlarını parçalaya parçalaya, yere bitişik binanın dış duvarını, hatta parkın kalın taş duvarını yıka yıka yaklaşık yüz metre uzağa, parkın içine kadar gitmiş, en sonunda toprağa saplanıp kalmıştı. Aracın patladığı yerin altındaki bodrum katında ise en az üç metre derinlikte, dört beş metre genişlikte bir çukur açılmıştı. Patlamanın şiddetiyle Kadırga semtindeki tüm binaların, hatta Kumkapı’ya yakın birçok evin camları kırılmış, sokaklara dağılmıştı. Bir anda büyüyen ateş, birkaç saniye içinde gazete binasına sıçramış, bodrum kattaki kaloriferin yakıt deposu, servisteki diğer araçlar tutuşmuş, yağan lapa lapa kara, kapalı havaya rağmen en uzak yerlerden bile binadan yükselen ateş görünmeye başlamıştı. Kadırga’yı aydınlatan dev alevler birkaç dakika içinde tüm binayı sarmış, en üst kattaki yatakhanede bulunan on dokuz arkadaşımız, yandaki binadan gazetenin teras kattına atılan bir top kalın kendir iple avuç içleri yarıla yarıla alev almaya başlayan terastaki jeneratör patlamadan hemen önce yandaki yurda giden çıkmaz sokağa inmeyi, buradan hızla uzaklaşmayı, öylece mutlak ölümden kurtulmayı başarıyorlar. Yoksa büyük bir katliam yaşanacaktı.
Gececi arkadaşlarımızdan Yıldız, Alişan, Ecevit, servisten yeni dönmüş Ersin ile danışmadaki Komünist Apê Kemal, patlamanın şiddetiyle duvarlara çarparak yaralanıyorlar, bir anda oluşan moloz yığınlarının altında kalıyorlar. Birinci kattaki karanlık odada çalışan Ecevit ise duvarla birlikte sokağa düşüyor. Yaraları ciddi olmasına rağmen daha kötü durumda olan arkadaşlarını zorda bırakmıyor hayat tecrübesi olan Komünist Apê Kemal, olağanüstü bir çabayla, büyük bir cesaretle çekip alıyor arkadaşlarımızı tek tek her bir tarafı saran gür alevlerin, molozların içinden. Yarım saat, belki de daha fazla geç gelen itfaiye işi ağırdan alıyor, polis ise son anda kurtulmayı başarmış yaralı arkadaşlarımızı gözaltına alıyor, durumu ağır olanlara ise Haseki Hastanesi’ne kaldırılmalarına müsaade ediyor.
Bu arada gazetenin sol çaprazındaki Sağlık Klinik’te bulunan işyeri doktorumuz Denktav Solduk, tanıdığı, bildiği ne kadar arkadaşımız varsa hepsine haber veriyor. Doktor Denktav’ın haber verdiği Hayrettin Çelik’le Mahmut Doğan ise telefonumuz olmadığı için bize haber vermeye geliyorlar, bizi uyandırmak için hiç durmadan kapı zilini çalıyorlardı, sürekli kapıyı dövüyorlardı, arada bir de bize sesleniyorlardı... Zilin sesinden çok kapıdaki gürültüyle uyandık, saate baktık, sabah beşe geliyordu. Önce polisin evi bastığını sandık, ısrarla çalınan zile, yumruklanan kapıya, eşlik eden Hayrettin’in, “Kapıyı açın, kapıyı açın, ben Hayrettin, Hayrettin, Hayrettin…” bize gelen sesine rağmen işi ağırdan aldık, Evîn Jiyan’ı uyandırmadan kardeşim Aliye’yi sakinleştirdik, bizden sonra ne yapacağını, gazeteye nasıl haber vereceğini iyice tembihledik, bu arada üstümüzü değiştirdik, yine o lanet Gayrettepe’ye gitmek üzere toparlandık, artık götürülmeye hazırdık, dışardakileri daha fazla bekletmeden kapıyı açtık Gültan’la…
Biz kapıda polis baskınını beklerken şaşkınlık içinde bize bakan arkadaşlarımızı görünce şok olduk, şaşırıp kaldık. Biz daha bir şey deme fırsatını bulamadan nefes nefese konuşmaya başladı Hayrettin, “Gazeteyi bombalamışlar, alev alev yanıyormuş, öyle böyle değilmiş, bu defa haberler çok kötü…” dedi.
Hayrettin’in konuşması bitmeden Kazlıçeşme’deki evimizden hızla çıktık, koşar adımlarla merdivenlerden indik, birkaç dakika içinde gazetenin bulunduğu Kadırga’ya vardık, taa Kumkapı’dan itibaren yolu kesen polislerle kavga ede ede yağan yoğun kara rağmen alev alev yanmaya devam eden gazete binasının yanına kadar geldik ki bir tarih, bir bellek, bir halkın en hakiki, en gerçek hikayeleri, dahası en ağır suçların işlendiği bir dönemin kanıtları, belgeleri göz göre göre yok oluyor. Dahası bize ait ne varsa o binada, hepsi küle dönüyordu. Yine de hiçbir şey yapamıyorduk, binayı her bir taraftan saran ateşi izlemekten başka. Bir taraftan bizim için sadece bir gazete olmayan binayı saran yangını izliyorduk bir taraftan da orada bulunanlardan, itfaiyecilerden, hatta az önce kavga ettiğimiz polislerden bile arkadaşlarımız hakkında bilgi almaya çalışıyorduk. Halimizin hal olmadığını gören komşulardan biri, etraftaki polise aldırış etmeden bize yanaştı, “Binadan çıkartılan ağır yaralıları hastaneye, durumu hafif olanları ise parkın öbür ucundaki karakola götürdüler, artık burada yapılacak bir şey kalmadı, anladığım kadarıyla herkesi çıkardılar, anlayacağınız binada kimse kalmadı, beni dinliyorsanız gidin yaralı arkadaşlarınızla ilgilenin…” dedi.
Komşuya hak verdik, Gültan’la iki, üç arkadaş hastaneye, ben de Kadırga Polis Karakolu’na gittim. Kısa sürede karakolda yapabileceğim bir şeyin olmadığını, polisle kavga etmekle bir yere varamayacağımı anlayınca ben de diğer arkadaşlar gibi Haseki Hastanesi’nin yolunu tuttum. Gittiğimde saatlerce koridorlardaki sedyelerin üzerinde bekletilmiş, üstelik sürekli kan kaybetmiş yaralı arkadaşlarımızı daha yeni hastaneye almışlardı, yaralarına müdahale etmişlerdi. Durumları daha ağır olan Alişan’la, Yıldız’dan korkulurken, diğerlerine göre daha iyi görünen, durumunu hiç belli ettirmeyen Ağrılı Azeri arkadaşımız, can yoldaşımız Ersin Yıldız’ı iç kanamadan kaybettik. Saatlerce sedyede bekletilmemiş, erken müdahale edilmiş olsaydı muhtemelen yaşayacaktı. Daha birkaç saat önce bizi eve bırakırken benimle onun şoförlüğü üzerine şakalaştığımız, takıldığımız arkadaşımızı, gözünü hiçbir şeyden sakınmayan Ersin’i, can yoldaşımızı kaybettik…
Yasımızı tutamadan, arkadaşımızın acısını yaşayamadan dostlarımızla sırt sırta verip ertesi günün gazetesini hazırlamaya koyulduk. Çünkü o sadece bir gazete değildi bizim için. Özgür Halk, Atılım, Kızılbayrak, Newroz gibi birçok dergi, yayın tüm imkanlarını bizim için seferber etti, Aziz Nesin, Aydın Engin gibi onalarca yazar, gazeteci klavyelerin başına geçip bize omuz verdi, yürekleriyle destek oldu, bir gün bile ara vermeden, hatta işi akşama bırakmadan ertesi günün gazetesini birlikte bağladık, arkadaşımız Karikatürist Halil İncesu’nun bulduğunu hatırladığım “Bu ateş sizi de yakar!” manşetiyle matbaaya gönderdik.
Aradan birkaç gün geçmişti ki dönemin başbakanı Tansu Çiller’in bombalamadan üç gün önce, MGK toplantısından hemen sonra imzaladığı “Özgür Ülke’yi berteraf etme” belgesi elimize geçti. Üzerinde “çok gizli” ibaresi bulunan bu belgeyi manşetten verdik. Başbakan’ın 30 Kasım 1994 tarihli bu çok gizli emrinde, “Bölücü ve yıkıcı faaliyetlere destek verecek şekilde yayın yapan yayın organlarının faaliyetleri son günlerde devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırı şeklini almıştır. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bu önemli tehdidin bertaraf edilmesi maksadıyla Adalet Bakanlığı’nca bu kadar suç duyurusu olmasına rağmen hukuken etkili bir şey yapılmamasının nedenlerinin belirlenerek giderici önlemlerin alınmasına…” bilgileri yer alıyordu…
Başbakanın ıslak imzalı, gazetemizi “bertaraf” etme emri açığa çıkmış, dünyaya gösterilmiş olmasına, belgenin resmi makamlar tarafından gerçekliği kabul edilmesine rağmen bu konuda etkin hiçbir soruşturma yapılmadı, ne başbakan, ne bir bakan, bir bürokrat yada herhangi bir kimse, en sıradan bir devlet görevlisi bile bu olay nedeniyle sorgulanmadı, yargılanmadı, dahası tek bir kişinin ifadesi bile alınmadı. Dava dosyasının götürüldüğü AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Özgür Ülke binasının bombalanmasından dolayı mahkum edilmiş olsa bile bugüne kadar bizi kendi kendimizi bombalamakla itham eden dönemin hükümet sözcüsü dışında hiçbir yetkiliden ses çıkmadı, hiçbir şey söylenmedi, gayri resmi olsa bile herhangi bir hayıflanma, pişmanlık yada üzüntü duyulmadı, bilakis hep bizimle alay ettiler, hep bizimle dalga geçtiler. Dönemin Hükümet Sözcüsü, Askeri Doktor, Psikiyatrist Yıldırım Aktuna, gazetenin kendisini bombaladığından şüphe ettiğini söyleyecek kadar ileri gitti, içten içe bize uygulanan ağır şiddete gülüp geçerek…
Yaşanan bunca acıya, ödenen bunca ağır bedele, yok olan değerlere rağmen hala gülmeye, aklımızla alay etmeye, itip kakmaya devam ediyorlar…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.