Hayat-ı Alil - (14)
“Hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir.”
-Audrey Hepburn
Dedem, bugüne değin dünyada yaşamış tüm insanların bir yansıması gibiydi. Sanki tüm medeniyetler, tüm insanlık; dedemin kalbindeki bir aynadan yüzüne yansıyordu sürekli. Öylesine duygu yüklüydü ki dedemin yüzü, yüzündeki kurak topraklarda insanlığı yeniden yeşertiyordu her defasında. Abdest alırken insanlığı yıkıyordu elleriyle, bakarken tüm insanlığın gözleriyle bakıyordu dünyaya. Kaşları ve kirpikleri, çukurlarmış gözlerini korumaya çalışan üzüm asmaları gibi dalgalanıyordu gözünün üstünde. Saçları ne kadar seyrelse de mağrur bir edayla duruyorlardı yıllardır güneş gören bitkiler misali. Dedem, umutları ve insanlığı yüreğimde yeşerten bir ormandı benim için artık. Köyde sığındığım orman, dedemin kılığına bürünüp yeniden hayatıma girmişti. Dedem, iyi ki vardı.
Dedemin evindeki en küçük odaya yerleşmiştim. Odamın penceresi evin ucu bucağı gözükmeyen üzüm bahçesine bakıyordu. Kendi elleriyle getirmişti eşyalarımı bu odaya. “Burada eskiden annen kalırdı. Bu yatakta yıllarca o gözlerini kapattı uykuya. Yıllarca bu odada attı kalbi. Bu odada üzüldü, sevindi. Artık sen kalacaksın bu odada ama annenin hatırası da seninle birlikte olacak, unutma.” demişti gözleri dolarak. Odaya yerleşir yerleşmez incelemeye başladım dört bir yanı. Duvarlar açık yeşil rengindeydi ama yıllar önce yapılan bu boya biraz solmuş gibi duruyordu. Duvarın dört bir yanında fotoğraflar asılıydı. Fotoğrafları tek tek incelemeye başlayınca fark etmiştim, dedem özellikle boyası dökülen yerlere asmıştı fotoğrafları. Bir an için neden böyle bir şey yaptığını düşündüm. Alın teriyle ağaçları yeşerten dedem, odayı boyamaya üşenmezdi. Kıyamamıştı annemin hatıralarını barındıran bu duvarları değiştirmeye. Bu duvarlara vuracağı her fırçayı, geçmişteki anıların üstüne vuracakmış gibi görüyordu herhalde. Ondandır ki dökülen her bir yere yeni anılar yapıştırmıştı. Sanırım, sadece annemin değil dedemin de kalbi bu odada atmıştı bir müddet. Bir an onu bu odada, bu yatakta oturup çocuklarını düşünürken zihnimde canlandırdım. Dedem, bu yayları gıcırdayan yatağın üstünde oturuyor ve sanki çocuklarının anılarına doğru yola çıkan bir zaman makinesindeymiş gibi her bir fotoğrafı yeniden yaşıyordu. Her bir fotoğraf ayrı dünyaların kapılarını aralıyordu. Sanki zihnimde değil de gerçekten şimdi yaşanıyormuş gibi canlandı gözümde bu durum. Çocuklarından geriye kalan fotoğraflarla yaşamak, baba olmak ne zordu kim bilir? Peki ya dede olmak?
Fotoğraflardan sonra odadaki perdeyi, halıyı, yatak örtüsünü incelemeye başladım nedensizce. Sanki bu odada geleceğime yön verecek çeşitli şifreler vardı da ben nesnelerin içinden onları bulacaktım yahut bir cinayeti çözmeye çalışan dedektif gibiydim. Odanın koyu kahverengi, verniği büyüsünü yitirmiş, soluk tahta kapısının karşısında bahçeye bakan pencere vardı. Pencerenin pervazı kapıyla tamamen bir zıtlık içerisinde capcanlı duruyordu; verniği yenilenmiş, parlak ve açık renkli bir tahtadan yapılmıştı. Bu pencereden izleyecektim gökyüzünü, belki de ondan dolayı dedem yenilemişti bu pencereyi. Ama duvarda duran fotoğraflardan birinde annem de bu pencerenin pervazına kollarını ve yüzünü dayamış dışarıya bakıyordu. Yine aynı renkteydi, aynı parlaklıkta. Meğer, bu pencere hep yeniymiş.
Duvarın köşesine çekilmiş bir de perde vardı odada. Üzerindeki yeşil fon üstüne açık mavi çiçeklerin ve yaprakların olduğu, duvardan neredeyse yere kadar uzanan bu perde sanki pencerenin önünde saygıyla eğiliyormuş gibi köşeye çekilmişti. Pencerenin dibinde de demir ayakları paslanmış, yayları hasta bir kadın gibi ince ince gıcırdayan bir yatak vardı. Yerde ise güneşin batmadan evvel aldığı kızıl renkte bir halı yatıyordu yılların yorgunluğuyla.
Bir müddet içinde uyuyacağım, kalbimin atacağı, düşüneceğim ve annemin anılarıyla birlikte yaşayacağım oda bu şekildeydi. Üç tarafı duvar bir tarafı gökyüzüyle çevrili olan bir ülke, dedemin zaman makinesi veya anılar dolabı... Anladım ki insan, anılarına saygı duyduğu kadar ayaktaydı bu dünyada. Dedemi ayakta tutan da buydu.
-Zeynel Hebun Güler