Gün ola, devran döne, umut yetişe…
“Bir yerlere geç kalmış gibi hissediyorum.”
Defterimi karıştırırken denk geldiğim cümle buydu. Neden bunu yazmıştım? Hayata geç kalacak kadar
yaşlı değilim. Biliyorum, cümlelerimden gençlik pınarları fışkırmıyor; ama sürekli ölümü hatırlatacak kadar acımasız olamam. Peki neden bu geç kalmışlığım? Neye geç kaldım yahut kime? Geç kalmışlığımın sebebi beklenmeyişim mi yoksa benim geç gidişim mi? Sorduğum soruların cevapları
yine bende, cevapları kendimde aramak oldukça yorucu. Her yolu gider de insan, kendine varırken yorulur.
“Neredeyse ağlayacak hale geliyorum ama neyin ağlattığını bilmeden.” diye bir cümle okumuştum
Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk kitabında. Defterime yazdığım cümleyle Livaneli’nin kitabındaki bu cümle bana aynı şeyleri hissettirdi. İkisinde de bir bilinmezlik var. İnsan yaptığı, hissettiği birçok şeyin nedenini bilmiyor. Hele ki bu durum yoğun duygularla ilgiliyse hiç yorum getiremiyoruz içinde bulunduğumuz duruma. Burada benim için edebiyat devreye giriyor. Bilmediğim her boşluğa düşmeden önce edebiyatın elinden tutuyorum. Ya tutuyor elimden ya da birlikte düşüyoruz. Edebiyat olmasaydı Livaneli yazdığı o cümleyi nasıl ifade edebilirdi? Ben nasıl dünyadan ve insanlardan sıkıldığımda soluk alacak bir yer bulurdum?
Edebiyat iyi ki var.
Defterime o cümleyi yazarken muhtemelen umudumu yitirmek üzereydim kendime ve dünyaya karşı. Geç kalmışlık hissimi harflere dönüştürüp kâğıda bırakmıştım. Ömrüm vefa ettiği sürece böyle olacak bu durum. Sebebini bildiğim ve bilmediğim her şeyi kâğıda emanet edeceğim. Bilemediğim yanlarıma ve duygularıma bir nebze de olsa yaklaştırıyor beni yazmak. Kendimle aramdaki boşluğu harflerle dolduruyorum. İçinde yaşadığımız bedeni, en yakın olduğumuz canlıyı yani insanı bile tam olarak bilmiyorsak dünyaya karşı kendimizden emin bir şekilde davranamayız. Tamamıyla bir boyun eğişi kastetmiyorum ama her zaman ince bir tevazu taşımalıyız yüreğimizde. Yeni şeyler öğrenmek, bizi kibre değil tevazuya yaklaştırmalı. Yeni bilgilerin varlığı, yeni sınırların olduğunu anlamamıza yardım etmeli. Ancak böyle yaklaşırız insanın ne olduğunu keşfetmeye. Bu satırları yazarken zihnimde Sezai Karakoç’un bir sözü geziniyor: “Kendini arayan, yitirmeden bulamaz.” Fakat kendimizi yitirirken umudumuzu yitirmemeliyiz.
Özellikle olumsuz düşünceler ürettiğimiz anlarda en çok kendimizden uzaklaşmalıyız. İbrahim Tenekeci çok güzel özetlemiş: “İnsanı en çok da kendinden korumak gerekiyor.” Ancak olumsuz olan kendimizden korunursak umudumuzu yitirmeyiz. Olumlu düşünen tarafımızın daha ağır basmasına özen göstermemiz gerek. Güzel günlere, tam çöpe atacakken saksıya diktiğimiz kayısı çekirdeğinin yeşermesine, çok özlediğimiz birinin geri dönmesine, tekrar çocukluğumuzdaki gibi huzurlu olacağımıza, hasetsiz bir dünyaya, karşılıksız iyiliğe, her şeyin çok daha iyi olacağına olan umudumuzu yitirmeyelim. Çabalayalım ve sonucu bekleyelim. “Gün ola, devran döne, umut yetişe…” Hayatın zorluklarına ve yalnızlığa umutla karşı koyabiliriz. Elbette biliyorum, bu durumu hayatımıza adapte etmek zor bir iş. Söylemesi kolay.
Zoru sevmediğimizi kim söyledi?