Elem
Birçok gün olduğu gibi yine keskin bir ilaç kokusuyla uyandım. Uykudayken burnumdan parmak uçlarıma kadar hissettiğim bu koku, bütün alarmlardan daha etkili bir uyandırıcı. Yattığım yerden hafifçe doğrulmaya çalıştım ama olmadı, belki olmayacak da. Bu sükûnet dolu ortamda çabamı fark eden hemşire ne yapmaya çalıştığımı anladı ve her gün olduğu gibi beni doğrulttu. Bir yandan bina temeli atan ustalar gibi sırtımı yastıklarla doldururken bir yandan da yüzüme bakıyordu inceden. Bana bakarken derin bir acı ve hayıflanma içerisinde olduğunu fark ettim. Yıllardır meyve vermeyen bir ağaca su verir gibiydi. Beni de öyle mi görüyordu yoksa? Tedaviye yanıt vermeyen bir hasta olmaktansa ağaç olmak daha iyi gelebilirdi ruhuma.
Günlerdir buradayım. Sanki tüm resmi kayıtlardaki adresimi hastanenin adresiyle değiştirmişler gibi hissediyorum. Yahut onun yerine “Arafta" da yazabilirler bana kalırsa. Akşam ettiğim sabahların haddi hesabı yok bu odada. Öyle bir zaman dilimi geçirdim ki bu korkunç sükûnetin hakim olduğu beton yığınında; epeydir, epey kelimesi bu zaman dilimini karşılamaya yetmiyor.Sabahları perdeler açılınca hissediyorum hâlâ nefes aldığımı. “Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden.” diyen Cahit Sıtkı'nın sözlerinin ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
Yırtıcı duygular içindeyim. Adlarını dâhi bilmediğim doktorlar hayatımın devamı için uğraş veriyor. Benim yapabildiğim ise koca bir hiçten ibaret. Hayatımın devamına dair herkes sessiz bir uğraş içinde. Beni, bu belirsiz sükûnet ürkütüyor.
Odaya girip çıkanları hatırlamaya çalışıyorum. Herkesi bir objeyle özdeşleştirmek bana nedensiz bir rahatlık veriyor. Babamla annem, solunum cihazını andırıyor. Bir nefes kadar uzağımda hissediyorum onları. Babamın koridora girişini kundurasından çıkan seslerden anlıyorum. Bu ses, zihnimin kıyısında yankılanıyor. Yankılandıkça dalgalar büyüyerek çocukluğuma çarpıyor. Korkuyorum, çocukluğumu unutmaktan. Bir yaz günü kapının eşiğinde babamın işten dönmesini bekliyorum. Yine aynı kundura sesi, tak tak tak...
Yüzlerini tasvir edemediğim insanların gölgesini hatırlıyorum. Gölgesinden tanıyorum insanları, zirâ ben kendi gölgemi çoktan unuttum. Geçmişe dair birçok şey hayal gücümü hırpalıyor. Hayalimi ve gücümü eş zamanlı hırpalayan bir hayat benimki. Artık ne gölgem değer kaldırım taşına ne de sesimin yankısını keser karaçamlar. Ben, epeydir yorgunum; diğer insanlar gibi yorulamamaktan.
Derin bir iç çekiş ve ağlama sesi yankılanıyor koridorda. Hissediyorum, annem bu. Babam ağladığında bile annemin gözlerinden akar yaş, Allah'a yalvarırcasına. Dermanı çekilmiş vücudumun tek yakarışıdır annemin gözyaşları. Her damlasında çocukluğum düşer soğuk mermere.
Saat geceye yaklaşıyor zannımca. Yine ürkütücü bir sessizlik kaplıyor koridoru. Biyolojik saatimin bozulduğu bu odada, insanların hareketine bağlı bir saatle yaşıyorum. Sessizlik geç,kalabalık erken diye fısıldıyor kulağıma. Korkuyorum, zamanın çok geç olmasından. Gözlerimi güne kapatmadan önce ellerim yerine gözlerimle yalvarıyorum: “Açamadığım ellerimin, tutsak gölgemin hatrına; kurtar beni bu elemden Allah'ım.”
Zeynel Hebun Güler