Çaresizliğin Sessiz Çığlığı
Annem Hava Üzülmez’i 2 Mayıs günü kaybettik. Kendisinin Ekim 2019’da Ergani’de bana anlattığı yaşadıkları bir olayı öyküleştirerek yazmış ve “Çaresizliğin Sessiz Çığlığı” başlığıyla yayınlanmıştı. Bu öykü/anlatı karışımı yazımı anamın anısına hürmetten paylaşmak istiyorum sizlerle. Öyküde geçen Hêvî annemdir, Şahan Cuma babamdır. Beşevler ise Üçevlerdir. Saygılarımla. Müslüm Üzülmez
Soğuklar iyice ısırmaya başladı, kışın eli kulağında. Yağmurun ıslaklığını taşıyan toprak, çamur ve soğuk kokuyor. Rüzgâr ıslığını kesik kesik öttürürken, kavak ağaçlarını kendi çıplaklığında sallıyor ve etrafta rüzgârın sesinden başka ses duyulmuyor. Köpekler sokakları terk edip, çaresizlik içinde inlerine çekilmiş, soğuktan korumak için başlarını bacaklarının arasına sokmuş sessiz bir bekleyiş içinde... Gece, ay ve yıldızların dahi üzerini örtmüş, her yerde karanlığıyla hüküm sürüyor. Beşevler ise bu akşam karanlığında yalnızlığa bürünmüş, rüzgârın uğultusunu dinlemekte.
Kasabanın kuzeyinde, dağ yolu üzerinde yerleşim yerlerinin hemen bitiminde bulunan Beşevler; baharları yeşil yaprak ve çiçek kokan, yazları sebze ve meyveleriyle gözlere ve midelere ziyafet veren, kışın çıplak ağaçların yalnızlık şarkıları söylediği, bağ, bahçe ve tarlalar arasında kutsallığına inanılan heybetli yakışıklı dağın eteğine kurulu beş evden oluşan kendi halinde bir mekândır. Eskiden evler, bağlar, bahçeler bereketli ve çok şenmiş. Zamanla tenhalaşarak eski güzelliğini yitirir, zaruretten büyük kentlere savrulmalar ve yaşlıların ölümleriyle evler bir bir boşalmaya başlar. Hazanda sararan yaprakların dalından düşüşü gibi gidenler bir daha geri dönmez, her yanı hüzün sarar.
Hêvî, sanki tüm gidenleri temsilen beş evin ortasındaki evde kocasıyla yaşamaktadır. Kayınvalidesi Zeliş, aileden geriye kalan son komşusu olup hemen doğu yanındaki iki katlı evde kalmaktadır. Batı yandaki akrabalarına ait iki katlı evde kimse oturmadığı gibi günleri sayılı, ha yıkıldı ha yıkılacak... Evlerin her iki ucunda kalan diğer iki evde ise akrabaları olmayan, köylerden yeni göç edenler yerleşmişlerdir. Evin önündeki dut, iğde ve kiraz ağaçları yapraklarını dökmüş, elektrik direğindeki kirli lamba bir yanıp bir söner, evin önündeki ahırda inek bile artık tek başınadır. Beşevler, gidenlerin acısını ve hüznünü taşır. Yalnızlığın ortasında sadece anıları Hêvî’yi yalnız bırakmaz, her daim ziyaretine gelir. Yalnız kaldığında saatlerce sabit bir noktaya bakarak kederli düşüncelere dalar oturduğu yerden.
Alımlı güzel bir ev kadındır Hêvî. Beş erkek, üç kız çocuğu annesi olmasına karşın güzelliğinden bir şey kaybetmemiştir. Yiğittir, korku nedir bilmez. Çalışkandır. Çalışırken beyaz leçeğini başından, çiçek desenli şalvarını üzerinden çıkarmaz. Bağ, bahçe, ekin içinden çıkmaz. Ağaçlar, güller, hayvanlar O’nu tanır. Toprağın, ağaçların, bitkilerin, hayvanların dilini ve derdini bilir. Toprağın kadınıdır. Yılların olgunluğunu taşır. Merhametini esirgemez; tavuklar, güvercinler, serçeler, kediler, köpekler çevresinden hiç eksilmez, onlara analık eder, yiyeceksiz ve susuz bırakmaz. Bu nedenle işi hiç bitmez. Biraz de çalışarak sıkıntılarını uykuya yatırmak ister. Çünkü dertlidir, sıkıntılıdır. Çocuklarından hiçbiri yanında değildir, çeşitli nedenlerle her biri bir yere savrulmuştur. Ayrılık özlemi besledikçe çocukları gözlerinde tüter, rüyalarını süsler. Şimdi ne yapıyorlar, aç mıdırlar tok mudurlar, darda mıdırlar soruları çengelde asılı ciğer gibi aklına takılır sürekli. Aklı her onlara gidişinde yüreği sıkışır, ama sıkıntısını belli etmez. Acısız bir hayatın olmadığını, ayrılığın olduğu yerde gözyaşının da olacağını bilir. Üzüntülü kederli olduğu kadar sabırlıdır. Oğulları bir dönem kasabada ve bölgede etkin politik çalışmalar yapmaları nedeniyle polis ve askerler sıkça mimlenen evlerini basıp aramalar yaparlar. Her gelişlerinde oğullarının nerede olduklarını, ne iş yaptıklarını sorarlar. Arama yaparken de evin altını üstüne getirirler, hallaç pamuğu gibi eşyaları birbirinin üstüne atıp darmadağın ederler. Açlıktan yeni çıkmış gibi evde yiyecek namına ne varsa silip süpürürler. Bazen de geceleri silahlı gençler kapısını çalıp ekmek ister, çok sürmez ardından bu defa gerilla kılığına bürünmüş sivil polisler gelip ekmek ister. Hêvî çok şey görüp çok şey yaşayan biri olduğu için gelenlerin hiçbirine kapıyı açmaz: “Evde yalnız başıma bir kadınım, kapıyı kırsanız da, beni öldürseniz de açmam,” der. At izinin it izine karıştığı bir zaman. Hava puslu, geceleri kalaşnikoflar yıldız avlamaktadır.
Yağmurlu soğuk bir akşam vakti askerler dağ yolundan Beşevler’e yakın bağların arasındaki patika yol ayrımında görevli subayın emri üzerine bir nizam dâhilinde dizilir, giriş tutulur. Bir grup asker de Beşevler’i ser-halka kuşatır. Evin köpeği Çomar ininden çıkıp havlamaya başlar. O sırada Hêvî tek katlı evinde yaktığı sobanın başında yaşlı kayınvalidesi Zeliş’le bir yandan ısınırken bir yandan da gelin kaynana sobanın sıcaklığında dertleşmekte; konu komşudan, bağ bahçeden, havaların soğumasından, geçmişteki yaşanmışlıklardan, gurbetteki çocuklardan ve akrabalardan konuşarak sözü söze eklemektedirler. Gece kuşu misali evde oturmasını bilmeyen kocası Şahan her zaman olduğu gibi yine kahvede arkadaşlarıyla oyun oynamaktadır. Köpeğin havlamasını duyunca Hêvî, içgüdüsel olarak hemen pencereye dönüp bakar, gecenin karanlığında pencerenin önünden birden gölgemsi görüntülerin geçtiğini görür. Başka kim olur bu zamanda asker ve polislerin dışında, evde yine arama yapmaya geldiler diye hızlıca düşünür, kayan bir yıldızdan çok daha hızlı yerinden fırlayarak oğullarından birinin can güvenliği için bir dönem sürekli üzerinde taşıdığı, kasabayı terk ederken de emanet olarak bıraktığı tabancayı saklı olduğu yerden alarak şalvarının içerisine yerleştirir. Zeliş’e, fısıltıyla, “Askerler kapıda...” sözünü daha tamamlayamadan kapı üst üste dövülmeye başlanır. Tedirginlik ve korku içinde kapıyı açar. Askerler içeri doluşur, görevli Subay; “Bizimle geliyorsun” deyip dışarı çıkartır. Zeliş korkudan sesini çıkaramaz, bir şey yapamamanın öfkesiyle hırsından ve korkusundan oturduğu yerde ağlamaya başlar.
Subay Hêvî’nin kolundan çekiştirerek evlerinin batı yanında bulunan iki katlı yıkık evin alt katına götürür. Kapı eğreti bir şekilde kapalı olduğu için askerden biri bir tekme vurup kapıyı açar. Önce askerler el fenerleriyle içeriye girip etrafı gözden geçirirler, sonra askerlerin “Evde kimse yok komutanım” diye bildirmeleri üzerine Subay Hêvî’nin içeriye girmesini, duvara dönmesini, ayakta beklemesini, zorluk çıkarmamasını ve sorulara doğru cevap vermesini söyler. Hêvî korkmadan, dik bir duruşla duvara yüzünü dönerek beklemeye başlar. Subay;
“Bu evde çok silah var, silahlar nereye saklandı? Söyle...”
“Bizim silahla işimiz olmaz, silah milah ben görmedim, bilmiyorum.”
Subay askerlere; “Duvarları kazın, içlerine bakın. Evin bütün bölümlerini ve zeminleri dikkatlice kontrol edin, iyice arayın” emrini verir.
Evde kimsenin oturmaması ve bakımının yapılmaması nedeniyle yapı zaten zorlukla ayakta durmakta, çürümüşlük ve nem kokmaktadır. Duvarların yer yer çatlaması, sıvaların çoğu yerde dökülmüş olması, eşyaların gelişi güzel sağa sola atılması toz, kir ve pas sanki bir zamanlar konak olan evin acınası terk edilmişliğini göstermektedir. Subay, askerlere sürekli talimat verir, her talimatla yıkık olan duvarlar daha da yıkılır. Ve bu arada aklına birden gelmiş ve de çok önemliymiş gibi ani bir dönüşte bulunarak Hêvî’ye;
“Senin kaç çocuğun var?” diye sorar.
“Sekiz çocuğum var.”
“Bu kadar çocuğu neden yaptın?”
Hêvî bu soru karşısında Kuran (Bakara 223)’da geçen “Kadınlarınız sizin için bir tarladır, tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın” ayetinden azade, evlerinin önünde bulunan, çocukların rahatça oyun oynadıkları tarlalar aklına geldiğinden;
“Tarla genişti, bol çocuk yaptık.”
“Haaa... öyle mi?” deyip, muzipçe güler Subay.
Beşevler’de bunlar olurken Şahan kahvede domino oyununu kazanmış olmanın rahatlığıyla kalkar, her zamanki gibi büfeden 35’lik bir rakı alarak dağ yolundan yokuş yukarı evin yolunu tutar. Çocuklarının birbiri ardı sıra aralıklarla bir dönem cezaevinde kalmaları, gözaltına alınmaları, ekonomik sıkıntılar, insanların darbe sonrası riyakâr olmaya başlaması, yalnızlık duygusu, bunaltıcı siyasi baskılar ve sürekli evin aranıp çocuklarının sorulması canını sıkmakta, kimselere belli etmese de içi içini yakmaktadır. Dik duruşundan vazgeçmez, ama sıkıntılarından birazcık uzaklaşmak ister, akşamları içmeye başlar. Gazete kâğıdına sarılı rakısı paltosunun iç cebinde, kafasında binbir düşünce, yakası kalkık paltosuna bürünerek eve bir an önce varmak amacıyla adımlarını hızlandırır. Dağ yolunda mahallenin bitiminden sonra yolun iki tarafındaki ağaçların dalları rüzgârda sürtündüğünden ürkütücü acayip sesler çıkartır, aldırmaz ama rüzgâr, yağmur ve çamur hızını keser. Dağ yolunda Beşevler yol ayrımına geldiğinde, silahlı askerlerin yolu kapattıklarını görür ve: “Kim bilir yine kimin anasını belleyecekler bu gece vakti” diye içinden geçirir. Ama kendi hanımının zorda olduğu aklına gelmez. Sorgulama ve kimlik kontrolünden sonra geçişine izin verilir. Bağların arasındaki yılankavi kıvrılan patika yoldan ayakkabılarına çamur bulaşmamasına dikkat ederek evlere yakın geldiğinde Çomar’ın sürekli havladığını, tüm evlerin askerlerce kuşatılmış olduğunu gecenin karanlığında fark eder. “Yine oğlanları sormaya gelmişler” deyip, içinden basar küfrü. Evlerinin yanındaki iki katlı boş evin önüne geldiğinde; evin kapısının açık ve içerisinin asker dolu olduğunu, askerlerin ellerinde el fenerleri kazma ve kürekle evin iç duvarlarını kazdıklarını, eşinin esas duruşta duvara dönük ayakta tutulduğunu ve yanında da bir subayın olduğunu el feneri ışığında görür, tepesi atar. Askerlerin arasından Subay’a yaklaşarak: “Bu yaptığınızın ne dinde, ne insanlıkta, ne de yasalarda yeri vardır. Bir kadını böyle ayakta tek başına nasıl tutarsınız karanlıkta bu viran evde?” diye, tepki gösterir, Subay, sıtma görmemiş bir sesle:
“Fazla konuşma. İhbar var. Bu evde kalaşnikof saklıyorsunuz.”
“Silah varsa arayın. Eşimi rehin alınmış gibi gecenin karanlığında, kimsenin oturmadığı bir evde tek başına neden ayakta bekletiyorsunuz? Bu yıkık evin bekçisi biz miyiz?” diye karşılık verince, Hêvî evine gönderilir. O’nun yerine Şahan paltosunun iç cebindeki rakı şişesiyle harabe evde duvara dönük kavak ağacı gibi dikilerek ayakta bekletilir.
Hêvî kendi evine gelip odaya girdiğinde, odanın kötü koktuğunu fark eder, Zeliş’in ağladığını da görünce altına pisleyip çişini ettiğini anlar. “Seni alıp götürdüklerinde bir şeyler yapacaklar diye çok korktum,” der, ağlamasını sürdürür. Hêvî korkmamasını, kendisine bir şey yapmadıklarını, sadece silah araması yaptıklarını, Şahan’ın da kahveden geldiğini söyleyerek sakinleştirmeye çalışır. Acele tarafından da bir şeyler bulup hemen Zeliş’i temizler, giysilerini değiştirir. Pislenmiş elbiseleri bir poşete doldurup daha sonra çöpe atılmak üzere kapı arkasına atar. Geçmişte yaşanmış hangi olayın tanıklığı veya anlatımı bu arama esnasında Zeliş’in aklına geldi de korkudan altına pislediğini sormaz.
Boş, virane evde uzun aramalardan sonra bir şey bulunmaz. Bunun üzerine; “Sizin oturduğunuz evde de silah araması yapılacak, düş önümüze” deyip, önde Şahan arkada askerler açık bırakılan kapıdan eve girerler. Kimsenin yerlerinden kıpırdamamasını tembihlerler. Şahan’ı yanlarına alarak askerler evdeki bütün odaları, kap kacağı, yatakları, sandıkları aramaya başlarlar. Bu arada bir beyaz Toros taksi ile beş altı sivil polis de gelir, içlerinden biri Subay’la konuşur ve aramaya onlarda katılırlar. Arama yaparken kasıtlı olarak her şeyi birbirine karıştırırlar, evi darmadağın ederler. Yerlerde serili halılar, kilimler, yolluklar, her taraf potinlerinin çamuru altında kalır, ev çamur deryasına dönüşür. Bu esnada aramalar nedeniyle ahırdaki inek aç, susuz kaldığından ve süt sağım saatinin geçmiş olmasından dolayı sürekli rahatsızlığını ifade eden böğürmeleri ile Hêvî’ye seslenmeye başlar. Hêvî, görevli Subay’a;
“Ahırda inek aç ve susuz, yazıktır. İzin verin de gideyim hayvana yem ve su vereyim.”
“Yerinizden kalkmayın, oturun. Biz burada olduğumuz süre içerisinde bizden izinsiz hiçbir şey yapılmayacak!”
Şahan ayakta, Hêvî ve Zeliş oturur vaziyette olup biteni izlemeye çalışırlar. Ama inek durmadan möö möö diye seslenmeye devam eder.
Hêvî yeniden Subay’a; “Yazıktır, ne olur bırakın hayvanın yemini ve suyunu vereyim, sütünü sağayım,” deyiverir.
Subay; “Sen ne laf anlamaz kadınsın? Korkmuyor musun bizden?” diye çıkışır.
“Hayır, neden korkayım ki...”
Subay biraz düşündükten sonra Hêvî’nin yüzüne bakmadan sert bir tavırla;
“Haydi, git, ama fazla oyalanma,” deyip iki askeri de peşinden gönderir.
Hêvî, sakince ineğin yemini ve suyunu verir. Sütünü sağar. Süt kovası elinde askerlerle birlikte geri döner. Sütü mutfakta tezgâha bırakır. Asker ve polisler de evde aramalarını bitirmiş, bir şey bulunmamıştır. Ne hikmetse bu aramada kimsenin üzeri aranmaz. Ne Şahan’ın paltosunun iç cebindeki rakıya bakarlar ne de Hêvî’nin şalvarında saklı tabancanın farkına varırlar. Arama bittikten sonra Subay; “Yemeye bir şey yok mu?” diye, sorar. Çay yapılır. Çayın yanında evde ne varsa yiyip bitirirler. İnekten yeni sağılan kovadaki taze çiğ süt bile kaynatılmadan içilir. Yeme işi bittikten sonra evin içinden çıkıp, dışarıda bekleyişe geçerler. Bir süre sonra da toparlanıp gitmeye hazırlanırlar. Şahan yanlarındadır. Beşevler’in bitimine kadar asker ve polislere eşlik eder, köpeği Çomar da kendisini siper alarak sürekli havlamaktadır. Son evin önüne geldiklerinde sivil polislerin ekip amiri belinden tabancasını çıkartarak bir şarjör mermiyi aileye duyduğu kin ve evde hiçbir şey bulamamanın hıncıyla köpeğin bedenine boşaltır. Köpek can havliyle çırpınarak yere yığılır. Havlamanın yerini acı inlemeler alır. Yerde kıvranır, can çekişmeye başlar. Bedenini hareket ettirmeye çalışsa da gücü yetmez. Titreyerek yaşlı gözlerini kapar. Sessizlik oluşur. Şahan donup kalır, buz kesilir. Üzüntü, kızgınlık ve çaresizliğini kuşatan bir şaşkınlıkla çömelerek vedalaşırcasına köpeğin başını okşar. Subay’a: “Her şey tamamdı da, bu, fazla oldu,” diyebilir ancak. Tabancayı ateşleyenden ve diğerlerinden ses çıkmaz, hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler. Şahan bir süre köpeğin başında kalır, sonra üşüdüğünün farkına varınca evine gitmek için kalkar, iki katlı harabe evin önündeki üzüm çardağının altına geldiğinde duyuru yaparmışçasına “katiller, insan olup aramızda yaşıyor”, “katiller, insan olup aramızda yaşıyor”, “katiller, insan olup aramızda yaşıyor,” diye söylenerek soluk sokak lambasının aydınlığında evine girer.
Hêvî, yağmur, rüzgâr ve kapıların kapalı oluşundan dışarıdaki konuşmaları ve silah seslerini duymaz. Asker ve polislerin evden çıkmasıyla üzgün, ama kızgın bir vaziyette kendi kendine söylenerek evini düzene koymaya, postallarının neden olduğu çamurları temizlemeye başlar.
Zeliş korku ve üzüntünün yorgunluğuyla sobanın yanında kıvrılarak uyur.
Şahan eve girer girince paltosunun iç cebinden şişesini çıkartır, bardağına sek bir rakı doldurur, yudumunu alır, sonra isyan ve öfke dolu olarak dudaklarından doğaçlama şu dizeler dökülür:
“Zulüm ve ev aramalarından bıktım usandım
Hiç yere bir köpeğin vuruluşundan utandım
Teselli için mey diye bir kâse içkiye kandım
Yazık. ‘Ya sabır’ deyince bunlar geçer sandım.”
(Berfin Bahar Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Yıl: 24, Sayı: 263, Ocak 2020)