Hayat-ı Alil (13)
“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye, endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Şems-i Tebrizi
Babamla dedem, dedemin bahçesindeki incir ağacının yanındaki sedirde oturmuş çay içiyorlardı. Dedem bir yandan babamı dinlerken bir yandan kurak toprağı andıran çatlamış elleriyle tütün sarıyordu. Elleriyle tütünün dokusu inanılmaz bir bütünlük içerisindeydi. Dedem sanki sadece tütünü değil de bedeniyle tüm yaşadıklarını sarıyordu bir kağıt parçasına, öyle naif öyle kibar hareket ediyordu parmakları. Sardığı sigarayı ağzına yerleştirip gözlerini kısarak çakmağını çıkardı yeleğinin sağ cebinden. Yavaşça yaktı sigarayı ve derin bir iç çekerek babamı dinlemeye devam etti. Dedem her duman üflediğinde babam kayboluyordu sihirli lambanın içinden çıkan cinler gibi. Babaannemin eskiden anlattığı masallardaki cinler uğradı aklıma birden, babamın bu görüntüsüyle birlikte.
Babamla dedemin uzun sohbetini sabırla dinledim. İncir ağacına her gözüm takıldığında aklıma kardeşimin son hali, ruhu çekilmiş bedeni geliyordu. İşte o an sanki dedem değil de ben oluyordum güçlükle nefesini çeken. Bir yaşanmışlık damarı açılıyordu kalbimin en ücra köşesinde ve ben nedensizce bir asır boyunca nefes almış gibi hissediyordum kendimi. Öylesine hayata doymuş ve öylesine son gününü bekleyen... Ama biliyordum ki henüz yolun başında bile değildim ve dedemin iç çekişlerine şahit olup o sesin anlattıklarını kavramaya çalışmalıydım. Dedem, henüz yazılmamış bir ansiklopedi ve henüz yeraltından çıkarılmamış bir mücevherdi. Onun yaşamının bu derinliğinden dersler çıkarmalıydım. Bundandır ki ailemden bir müddet uzak kalmak beni üzmedi bu sefer.
Babam, dedemden müsade isteyerek kalktı. Yanıma gelip hiçbir şey söylemeden sadece gözlerime bakarak saçımı okşadı. Bu, aramızdaki sözsüz bir iletişim biçimiydi. Her şeyin daha iyi olacağına dair bir teselli, bir güven aktarımıydı. Yavaşça bağlı olan merkepin ipini çözerek yola koyuldu. Ben de bahçe kapısını kapatan dedemi takip ediyordum gözlerimle. Dedem gelip yanıma oturdu sendeleyerek. Az evvel sigara yaktığı elini bu kez omzuma koydu. Ama yüzüme bakmıyordu, nedense uzaklara bakıyordu.
-Alil, sence de bu incir ağacını budama vakti gelmedi mi? Yarın budayalım, ister misin? Hem incir ağaçları budandıkça yeşerir, kendine gelir. Incir ağacını budamak da özen ister oğul. Bu ağaç da epey yaşlandı. Annenle birlikte dikmiştik bu ağacı yıllar evvel, meyvesini yemek kısmet olmadı ona. Belki bu yıl seninle nasipleniriz.
Dedem incir ağaçlarından söz edince gri duygular oturdu içime. Ne olduğu belirsiz, sadece yer kaplayan ve başka duygu hissetmemi engelleyen bir duygu birikimiydi bu. Burada da incir ağaçları peşimi bırakmamıştı. Dedem kardeşimin öldüğünü biliyordu elbet ama incir ağacının dibinde ruhundan uzaklaştığını bilmiyordu. Bir an içimden bu olayı ona anlatmak geçti ama vazgeçtim. Konuşamadım, dilim değil de yüreğim tutuldu sanki.
Incir ağacının yapraklarının şeklini inceledim. Ne kadar da farklıydı diğer ağaçlardan. Ne kadar da dik ve mağrur bir yapısı vardı, sanki ağaçların en gösterişlisiydi. Ben ağaçları incelerken dedem kolumdan tutup kendine doğru çekti beni.
-İncirleri inceleyecek daha çok sonbahar göreceksin oğul. Sanki son kez görüyormuş gibi acele acele inceleme. Şimdi içeri girelim hava kararmadan. Üç beş lokma bir şey ye de kendine gel, yol yorgunusun.
Dedemin elinden tutup içeri girerken gözlerim hâlâ incir ağacındaydı. Daha çok sonbaharım olacaktı demek incirleri böyle canlı görebilmek için. Ama bu kardeşimin son sonbaharıydı. Sustum.
Zeynel Hebun Güler