Hayat-ı Ali (3)
Yavaş yavaş giriyoruz şehre yolun tüm tozunu yutarak. Şehrin girişindeki üstü tozdan neredeyse gözükmeyen koskocaman tabelada, birtakım silik harfler ve sayılar yer alıyor. Üzerindekileri şimdilik okuyamıyorum ama üzümleri satarsak mektebe gidip her şeyi okuyabilirim diye geçiriyorum içimden. Utanıyorum babama sormaya tabelada yazanları çünkü biliyorum onun da tahsili olmadığını. Ama o yıllarda bilmiyordum ki ne köylü olmakla cahil ne de okumuş olmakla insan olunacağını, zamandan alacağım tecrübeyle anlayacaktım tüm bunları.
Şehre girmenin verdiği heyecan ve kendimi küçümsememin karışımı olan bir duyguyla, daha sıkı sarılıyorum babama o koca caddelere girerken. Caddeler, köyümüzde akan nehirleri andırırcasına tıka basa insanlarla dolu. Caddenin çevresinde ise bizim köydeki ağaçlar gibi boy boy binalar yer alıyor, hepsi birbirinden ürkütücü geliyor bana. Kafamı kaldırıp binaların sonuna bakmaya çalışıyorum ve neredeyse düşmek üzereyken anlıyorum ki bu binaların hiçbiri bizim köydekilere benzemiyor. Burada ne bizim köydeki gibi üstünde uyuduğumuz kerpiç damlar ne de içinde oyunlar oynadığımız avlular var. Güneşten dolayı yıldız gibi parlıyor tüm evler. Çoluk çocuk, gezinen herkesin üzerinde bayramlık giysileri var sanırım; yoksa zor olmalı her gün böyle giyinmek. Peki bu insanların canı sıkılmıyor mu bu koskocaman kutularda? Nasıl oyun oynuyor çocuklar burada yahut meyve toplamıyorlar mı ağaçlardan? Bir keresinde şehre giden arkadaşım bahsetmişti sıkıcı olduğundan ama biz gittiğine inanmamıştık, demek haklıymış tüm söylediklerinde.
Lüks faytonların yer aldığı caddede bizi garipsiyor gören herkes eşek üstünde gezmemizden dolayı. Babamın uzun yıllar çalışıp ancak aldığı bu eşeği onlar garipsiyor nedense. Bilmiyorlar ki onların küçümsediği şey bizim için neler ifade ediyor. Yıllar sonra farkına varıyorum ki insanlar zerre bilgi sahibi olmadığı şeylere bile yorum yapıyorlar şehir denen bu medeni zındanda. İnsanların bakışlarına aldırmadan ilerliyor babam cadde boyunca. “Nereye gidiyoruz şimdi baba?” diye soruyorum babama. “Meyve haline gidip üzümleri satacağız sonra da senin okul gereçlerini alacağız.” cevabını alıyorum babamın bozuk Türkçesiyle.
Meyve haline yanaştıkça çevredeki yük araçlarının sayısı hayli artıyor. Yıllardır yük çekmekten yoruldukları her hallerinden belli olan hayvanlar ve yıpranmış yük araçları, etrafa saçılan kum taneleri gibi yatıyorlar dört bir yanda. Duvarın dibindeki çürümüş meyve ve sebzeleri yiyen kedilere takılıyor gözüm. Nihayet bir benzerlik buluyorum köyümüz ile bu koca şehir arasında. Kağnıları dev kümesleri andıran araçların arasından giriyoruz hale. İçeri girer girmez taze bir koku vuruyor yüzüme, tüm meyvelerin birleşimi olan bir koku. Ninem cennette her meyveden olduğunu söylerdi her zaman, cennet kokusu böyle bir şey olsa gerek. Dükkanların önündeki kasaların içinde üst üste dizilmiş meyveler, gökkuşağını andırırcasına güzel geliyor gözüme. Köyümüzde genellikle üzüm ve incir yetiştiğinden yabancı geliyor birçoğu gözüme. Babam her yıl topladığımız üzümleri satmak için bu hale gelirdi, ondandı buraya yabancı olmayışı ve şehirdeki insanları aldırmayışı. Babam, ayaklarında mecal kalmayan eşeği yavaşlatarak bir dükkanın önünde durdurdu. Burası olmalıydı her yıl üzümleri sattığı yer. Eşeği dükkanın önündeki boyası kazınmış mavi direğe bağlayıp duvara yaslanarak tütün sarmaya başladı. Ben ise elimi yavaşça semerin sağındaki tahta kefeye atarak bir salkım üzüm aşırdım. Uzun yolculuğun bile tazeliğinden hiçbir şey götürmediği üzümler altın sarısıydı adeta. Avucuma aldığım salkımı babamdan gizleyerek hemen bir üzüm tanesi attım ağzıma. Ninemin bahsettiği cennetteki meyvelerden biri de babamın üzümleri olmalıydı. Bilmiyordum ki bir daha o sulu üzümlerden yemek nasip olmayacaktı bana ve ölene dek ağzımda kalacaktı tarlamızdan çıkan o üzümün tadı.
Dükkandan çıkan adamı görmesiyle elindeki sigarayı yere atıp pabucunun ucuyla ezdi babam ve yüzüne kendini küçümseyen bir gülümseme yerleştirdi. Dik kaşlı, göbekli, takım elbiseli bu adam dükkanın sahibi olmalıydı. Elini tuttu ve başladı babam semerdeki üzümler için onunla pazarlık etmeye. Şehirde gördüğüm ilk şey de bu oldu: Alın terini pazarlamak…
Zeynel Hebun Güler