Çilsitûn, gülistanî yaşamın dergahı…
Durduğum sırtta birkaç adım geri çekildim, ilk defa gördüğüm muhteşem vadiye uzun bir süre baktım. Bilmem kaçıncı defa hikayesini dinlediğim efsane mekandaydım. Tarihi boyunca üstü örtülmüş gerçeğini öğrenmeye, unutulmaya terk edilmiş hakikatini anlamaya gayret ettiğim Çilsitûn’daydım. Uzun zamandır aklımda olan ziyaretimi geçen yıl tam bu zamanlarda, Şubat ayının yirmisinde, güneşli bir günde gerçekleştirmiş, nihayet toprağına, taşına dokunabilmiştim. Epey eski olduğu belli, el emeği, göz nuru mimarisine hayran kaldığım, annemin de müridi olduğu, saygıda kusur etmediği, zor zamanlarında kudretine sığındığı Mala Bûbê ailesinden Şeyh Mahmud’un yattığı mekandan güzelim vadiyi izlerken bir an tarihin derinliklerine daldım, gittim. Ta Diyarbakır’ın Kırklar dağına sırtını veren Kaws köşkünde, padişaha el pençe divan duran ne kadar sahte şeyh, alim, ulema varsa her birinin bir başka tıkındığı ziyafet sofrasında zıbaran zalim sultanın gazabına uğramış, emri ile katledilmiş çocukların, kadınların vadi boyunca arşa yükselen çığlığını duyar gibi oldum. Yetmiş iki millete aynı nazardan bakan gülistanî yaşamın dergahında son nefesini veren Şeyh Haşîm’in, ne bir gece ansızın gelen eli kanlı paşanın kılıcına, ne gözü kan bürümüş çocuk katili sarhoş padişahın fermanına boyun eğmiş bilge şeyhin güneşe duran gül yüzünü görür gibi oldum…
*
Ebeden dünyayı dağ kavmi Kürtlere dar etmeye yeminli Safevi Şah Abbas’ın zulüm tapınağı Kasr-ı Şirin’den bu yana kan ağlar gülistanım, ölür ölür yeniden diriliriz. Her bir yandan tepelenmiş, her bir yandan talana uğramış şimdi sessiz, şimdi kimsesiz kendi halinde güzelim vadiye, baştan başa yakılıp yakılmış Çilsitûn’a, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek yer gök feryad ü figan yaşamış Kerbelası’na yanar dururuz. Hızır Paşa’ya inat, “Koyun beni hak aşkına yanayım, dönen dönsün ben dönmezem yolumdan...” diyen Pir Sultan Abdal’ın açtığı yolda yürüyen bilge şeyhine ağlar durur gülistanım. Bir de ezelden beri Ezdaî, ezelden beri Kurdî bildiğim kudretine, dört kutsal kitabın beslendiği serçeşmeye, kendi yoluna gitmesini bilmiş Zerdeştî kerametine yanar, durur gülistanım. Bismil Barav’ından, ta Omeryan’a, Dêrika Çiyayê Mazî Metîna’sından ta Hebizbîn’e kadar başka hiçbir yerde görmediğim, bilmediğim, göz dolduran saf güzelliğine, su kadar sevdiğim gül yüzüne lal-ü aşk olsam da, havasına, suyuna, toprağına deli dolu bitsem de, sevgi dergahı güzelim vadinin, kıblesi insan, yolu aşk hakikatı Çilsitûn’un hafızamda canlanan, beni derinden sarsan büyük acısını, aradan geçen onca zamana rağmen hala kabuk bağlamamış, hala onmamış ağır yarasının sızısını yüreğimde hissettim, hissediyorum…
*
Diyarbakır’da, şimdi adı Şeyh Said Meydanı olan Dağkapı’da kırk altı arkadaşıyla birlikte darağacına çekilen Şeyh Said’in de altıncı, belki de yedinci göbekte dayandığı, bir olduğu Çilsitûnlu Şeyh Haşim, ne Sultan Yavuz’un akıl babası Şeyh İdrisê Bitlisi’nin Kürtler için sonu hüsran, sonu yıkım olan yolda yürüdü, ne de ömrünü arafta geçirmiş, hayatı boyunca canı celadına emanet yaşamış Şeyh Aziz Mahmud’u dinledi. Araya giren ricacı onca alime, onca ulemaya, aba altında sopa gösteren onca beye, paşaya rağmen zalim sultana biat etmeyen Şeyh Haşim, gülistanî duruşunun bedelini çok ağır ödedi, hakikat bildiği kendi yolunda kül oldu. Bir gece ansızın gelen güruhun canına kıydığı eşi, çocukları, hasılı yakın, uzak tüm ailesi gözleri önünde diri diri ateşe atılsa da, hayatını vakfettiği medresesi, her biri bir lokma, bir hırka yaşamaya yeminli talebeleriyle birlikte yakılıp yıkılsa da bir an olsun tereddüte girmedi, hak bildiği yoldan ayrılmadı, son nefesinde bile can olduğu aşk diyarında, göz nuru Çilsitûn’unda sır oldu, gitti…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.