‘Başarmanın ilk adımı, başlamaktır’
Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Uzunca zaman sonra elime ebat olarak, şöyle bir solukta, belki bir kahve eşliğinde okumayı hayal ettiğim ince bir kitap aldım. Bir azmin hikâyesi olan Beyaz Zambaklar Ülkesi’ni okurken bu zamana kadar okuma listemde bulundurmamanın burukluğunu yaşadım. İnce dediğime bakmayın siz, içerik olarak -olumlu anlamda nitelendirdiğim bir söylem ile- oldukça ağırlığı olan bir eser. Her sayfasında altının çizilebileceği çokça cümle mevcut. Elinize aldığınızda bitirmeden bırakamayacağınız türden. Grigory Petrov’un bu eseri hayatının farklı dönemlerinde gerçekleştirmiş olduğu Finlandiya gezilerinde aldığı notlardan oluşur. Çeviri dili gayet sade ve anlaşılır olmakla birlikte, okudukça Finlandiya’yı görmek isteğimin kamçılandığı gerçeğini itiraf etmeliyim.
Genel itibariyle her eserde olduğu gibi bu eseri de yazarından ayrı düşünmemek doğru bir yaklaşım olacaktır. Zira kitabın ilk sayfalarında sizi yazar ve esere dair bölüm karşılayacaktır. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve genç yaşlarda hayatın zorluklarını derinden hisseden Petrov, başta Rusya olmak üzere, Bulgaristan’da da en çok okunan yazar olma vasfını taşır. Neredeyse her eseri 8-10 baskı yapan yazar, hayatı boyunca yoksul insanların, köylü ve işçilerin geri kalmışlıktan ve ezilmişlikten kurtulması yönünde çaba sarf etmiştir. Yaşamında hüzünlü bir hayat hikâyesinin izlerini taşıyan Grigory Petrov ile birçok ortak paydada buluştum. Eserde en çok sevdiğim ve kendi yaşamımda da düstur edindiğim bölümü paylaşarak eseri incelemeye başlayalım. “ İnsanoğlu, yeryüzünün en değerli varlığıdır. O, yaratan Rabb’in baş tacıdır. Dünyada var olan her şey insan içindir. Yeryüzünün zenginlikleri ve güzellikleri insan için yaratılmıştır. İlim, felsefe, sanat ve din hep insanın olgunlaşması için vardır. Bunların her biri insanlığa hizmet etmek için oluşmuştur. Eğer tüm bunlar yeryüzünde daha mutlu daha aydınlık ve gerçekten cennet hayatı sunmaya ve kurmaya hizmet etmeyeceklerse hiçbir önem ve değer taşımıyorlar demektir.”
Bir yere ait olmamak, olamamak… İki arada bir derede kalmak yorar insanı, yormuş da; yorgun ama bir o kadar güçlü adımlar neticesinde kendilerine özgü kültür ve uygarlığı geliştirme fırsatını da yakalamış Finler. İşte tam da bu adımları hızlandıracak dönemin hem bilim adamı, filozofu hem de ünlü bir siyasetçisi başı çeker; Johan Wilhelm Snelman…
Snelman ile birlikte birkaç Fin öğretmen, avukat, din adamı, memur ve doktor da bu görevi üstlenip, halk öğretmenleri sıfatıyla sürekli çalışarak, bu önemli başarıyı yarım asır gibi kısa bir süre içinde her anlamda model alınacak bir seviyeye getirmeleri, azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını ispat ediyor. Ekonomi, siyaset, spor, din ve eğitim gibi toplumsal alanlara dikkat çekilerek, bu alanlarda söz sahibi olanların bilgilerini aktarmaları istenmiştir. Nitekim 18. yüzyılın sonlarına kadar ki Fin halkının kültürel gelişimi eserde ‘havasız bir mahzende yetişen bir çiçek gibi zayıf ve solgundur’ benzetmesiyle ifade edilmiştir. O dönemden bahsederken çok az okuma ve yazma bilindiğinin altı çizilmiştir. Kalkınmanın ancak işçi ve köylü kesimin aydınlatılmasıyla mümkün olacağı düşüncesinden hareketle; değişime ilk adım eğitim ile atılmıştır. Buradaki eğitimden kastın, şüphesiz okullardaki dersten ibaret olmadığı, kişisel gelişimin de şart olduğu kanaatine varılmıştır. Gezici kütüphaneler de halkın okumasına katkı sunmuştur. Finlandiya eğitim sisteminin günümüzde en gelişmiş eğitim sistemine sahip olduğu herkes tarafından bilinmekte ve gelişmekte olan toplumlar için bir yol haritası niteliği taşımaktadır. Kitapta aydınlara seslenilen cümlelerin birinde; “aydın olmak demek, modaya uygun elbise, şapka giymek ve kolalı gömlek giyinmek değildir” denilerek, dönemin aydınları gerek kendi aralarında gerekse halk ile ilişkilerinde şekilcilikten uzak ve yol gösterici olmaya çağrılmıştır.
Fin halkının örnekliğiyle, tüm imkânsızlık ve engeller aşılarak ahlaklı ve kültürel açıdan yükselen bir devlet düzeninin nasıl kurulabileceğini, yazarın kendi tabirince, bataklıklar ve sarp kayalıklar olarak anılan Finlandiya’nın yozlaşmadan kurtuluşunu, yükselişini ve artık yaşanabilir hale gelip ‘beyaz zambaklar ülkesi’ adını almasını, büyük bir azmin sonucu olarak gözler önüne sermektedir. “Bir millet nasılsa, idare edenler de onun gibidir” diyen yazar, aslında halkın içinden çıkan önderlerin bir nevi halkın nüvesi olarak nitelendirmiştir.
Eseri, kaleme alınan bölümler açısından değerlendirecek olursak, birkaç bölümden kısaca bahsetmek isterim. Örneğin, ünlü filozoflardan yapılan alıntılara yer verilen ‘Kahramanlar ve millet’ adlı bölümde yazar, Carlyle ve Tolstoy’un fikirlerinden hareketle milletlerin kaderini neyin belirlediğini sorgulamıştır. ‘Futbol’ bölümünde ise, güçlü bacaklara değil, güçlü kafalara ihtiyaçlarının olduğuna vurgu yapılmıştır. ‘Anne-baba ve çocuklar’ adlı bölümde de, her çocukta potansiyel olduğu ve ailelerin örnekliğinde bu potansiyelin eğitimle ortaya çıkarılabileceği anlatılır. Bu eğitim süreci sadece sosyal yaşamda değil, askeri boyutta da önemli görülüp, orduda bilim, kültür gibi birçok konuda ülke adına faydalı bireyler yetişmesi amaçlanmıştır.
Velhasıl-ı kelam, bize bahşedilen onca güzellik içinde ardımızda hoş bir seda bırakmak da elimizde; yıpranıp, yıpratmak da… Kitabı okudukça beynimde soruların rüzgârı cereyan ederken, sordum kendime; insanoğlu nasıl bir yaşam bekler ve neler yapmak düşer payına… Peki, hiçbir şey yapmadan -kılını bile kıpırdatmadan- beklentiye girmeye hakkı var mı diye… Kafamdaki rüzgâr esedursun, eserden nasibime düşeni almış olmanın sevinciyle, sizin de aradığınızı bulmanızı dileyerek, iyi okumalar…