Sekizköşe Kasketin Şehri!
Şimdilerde artık epeyce folklorik hale evirilen ve sahiden çok az kimsenin modern zamanların şehir kültürü içinde başına yakıştırdığı “sekiz köşe” diye tabir edilen “şapka” bir zamanlar kelimenin tam anlamıyla Diyarbekir'de erkeklerin olmazsa olmazıydı...
Duyarsınız işte sanatçının o malum babaya hasret şarkısının sözlerindeki nağmeden; hani der ya: “Bu adam benim babam/ sekiz köşe kasketiyle/ çin’inde (omuz) sako’suyla (ceket) hey hey...”
İşte aynen o...
Aslında bu yazıyı yazmak, hiç mi hiç aklımın köşesinden geçmiyordu. Ta ki...
Çaputtan kaskete
Şimdi bir yanı taammüden cinayete kurban gitmiş ve içinde bulunduğumuz kış itibarıyla bir yıldan fazla bir zamandır hâlâ yasaklı olan ve yine hâlâ yıkımın, hafriyat taşımanın süregeldiği kadim Diyarbekir Suriçi’nin yasağı sonradan kaldırılmış mahallelerinden Saraykapı'nın İzzet Paşa caddesindeki dükkânına adım atıyorum.
Hayli uzun zamandır, önce ailenin bütün erkeklerine meslek mensupluğu üzerinden hizmet etmiş, şimdi ise sadece Diyarbekir deyimiyle “bir qoqo, bir de loqo” misali baş başa kaldığı İngiliz imalatı orta gövdesinde markasını insan tekinin gözünün içine sokarcasına “ben buradayım” diyen 'Orion' marka dikiş makinesinin üzerine abanmış yakın gözlükleri gözünde buluyorum onu...
Selamlaşma, hâl hatır sorma faslı bitince duvarda her biri bir çiviye asılı, düzen içinde sahibini bekleyen sekiz köşe kasketlere takılıyor gözlerim. Dayanamayıp birini geçiriyorum başıma. Bir de fotoğraf, oh ne âlâ...
Mekânın ve ustalığın adı Remzi Kağar. Remzi'yi Hasırlı mahallemizden tanıyorum. Hem sade onu değil, bütün aile efradını. 1967-68’de Diyarbakırspor kurulduğunda takımın as futbolcularından abisi Boğa Emin’i tanıdığım gibi. İsminin önüne “Boğa” vurgusunu koymak, dönemin neredeyse bütün Diyarbakırsporlu futbolcuları için bir varoluş vurgusu gibi. Şorık Veysi, Beton İsmail, Gopo Cahit, Ceylan Emin, Hoşhoş Emin, Kel Nazmi, Gavur Hanna, Lastik Ali gibi...
Şimdilerde iyi bir cildiye uzmanı olan Doktor İbrahim Halil ve dahi yaptığı şapkacılık, kasketçilik işinden dolayı “Çaput Xêrî” olarak ünlenen diğer kardeşleri Hayrettin’i tanıdığım gibi.
Hemen soruyorum Remzi’ye; niye çaput diye: “Biliyorsun eskiden tüccar terziler vardı. Hem top top elbiselik kumaşı raflarında bulundururlardı hem de müşterilerine beğendirdikleri o kumaşlardan takım elbise dikerlerdi. İşte o kesilen takımlık elbiselerden 'artık, parça' kumaşlar olurdu. Bizim sekiz köşe kasketlerin malzemesi o artık kumaş parçalarıydı. Bizim lügatte ve terzilerin lügatinde o artık kumaş parçaları çaputtu. O sebeple bir yakıştırmaydı o. Bugünde aynen öyle, anlayacağın çaput işi yapıyoruz.
Hoş şimdi artık bizim buralarda sipariş üzerine takım elbise diktirmek pek kalmadığından öyle artık kumaş parçası da kalmadı. Bu sebeple İstanbul ve başka şehirlerden kilo ile kalan kumaşları satın alıp getirtiyor ve kullanıyoruz...”
Babam da hatırlarım benim çocukluk yıllarımda, kendi yaşadığı Diyarbekir'inde sekiz köşe kasket takardı başına. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda anımsadığım kadarıyla çok daha fazla sekiz köşe kasketli vardı şehirde.
Öyleydi diyor Remzi: “Kasketli hem de sekiz köşe kasketli olmak ayrıcalıktı. Öylesine ayrıcalıktı ki, herhangi bir tartışma olayında kasketsiz olanın şahitliği kabul görmez muteber sayılmazdı. Ömrümüz bu mekânda bu makinenin başında geçti. Neler, neler gördü bu gözler dili olsa da konuşabilse!”
Remzi Kağar'ın ana tarafı Bitlis'ten... Osmanlı - Rus Savaşı zamanında savaşın zor koşulları esnasında bir çok Bitlisli gibi göç etmişler Diyarbekir'e. Hatta o göçzedelere uzun yıllar "Bitlis muhaciri" yakıştırması yapılmış şehirde. Baba tarafı ise 1925 Şeyh Said kıyamı sonrasında Kanireş-Karlıova Bingöl'den göç etmişler. Kader iki göçzedeyi Diyarbekir suriçinde buluşturmuş...
Ailenin "okumuşu" doktor İbrahim Halil Kağar; "Habil'in katlinden beri" kitabındaki anama ve babama diye ithaf ettiği garip göçmen kuşları şiirinde o günlere gönderme yaparcasına der ki!
"bazen coşardı garip anam / qaflenin son artıklarından..."
1959'dan beri...
İşte tam bu hikâyeleri Remzi ve zaman zaman sohbetimize katılan doktorla konuşurken içeriye yanında bir kadınla yaşlıca bir erkek girdi. Yaşlıca erkek hemen sekiz köşe’lerin olduğu duvara yöneldi. Remzi işin piri, adamın kılık kıyafetine, ceketinin rengine ve kafasının ölçüsüne uygun birkaç şapkayı peş peşe adamdan hiç izin almaksızın birer birer başına takıp çıkardı. Ve ona en uygununu önerdi. Adam kasketini alıp çıktıktan sonra işte artık neredeyse nesli tükenen bu az sayıdaki şapka giyenlere kaldık mealinde laflar ederek...
“Cizre’nin, Nusaybin’in, Silopi’nin içinden ya da çevre köylerinden gelenlere kaldık. Tabi suriçi ve çevre köyler de vardı! Son bir iki yıldır bizim Suriçi gibi oraların da tadı tuzu kalmadı, hayat bitti, bitirildi!”
“Kaç yıldır bu dükkândasın Remzi?” demem üzerine bir kerede ağzından dökülüyor:
“Hesapla işte 1959’dan beri buradayız. Önce aile işletmesi olarak, şimdi tek başıma! Yarım asırdan fazla, tabii öncesi de var. Dükkânı ben açarım, temizliğimi ben yaparım, kumaşı, astarı, hasırı, telayı, siperliği hepsini ben keser dikime hazırlar ve yaparım. Bu yadigar Orion marka dikiş makinesinin dilinden de sadece ben anlarım. Sesinden bilirim herhangi bir yerinde bir arızasının olduğunu, ya da olmadığını. Düzgün çalışma tıkırtısı dükkânın adeta ahengidir.”
Eskiyle, bugünü birazcık kıyaslamasını istediğimde; bir söyle bin ah işit kabilinden derin bir iç çekip "ne sen sor ne ben söyleyeyim" der gibi önce yüzüme bakıyor sonra o hızlı konuşmasıyla kelimeler dökülüyor, sanki dilinden değil yüreğinden, ciğerinden...
“Eskiden şapka yetiştiremezdik. Rafta, askıda şapka kalmazdı. Müşteri şapkanın yapılıp elimizden çıkmasını beklerdi adeta. Hem sadece Diyarbekir’e değil, bütün bölgeye de hitap ettiğimizden müşteri çoktu.
Şimdi gördüğün gibi duvar boydan boya kasket dizili, duvardaki şapkalar bana bakıyor, ben de şapkalara! Gün boyu bekle ki, biri gelip bir kasket alsın. Bazen birkaç gün bir tane bile satılmadığı olur. Ama meslek işte! Böyle olunca tabii sadece sekiz köşe kaskete kalamıyorsun. Diğer yuvarlak şapka modelleri ve farklı ihtiyaçlar için toplu siparişler işte durumu kurtarıyor.”
Ermeni Ustadan yadigar...
Peki diyorum; bu sekiz köşe kasketin hikâyesi nedir? Bildiğim kadarıyla yalnız Diyarbakır’da yok. Elazığ ve Malatya’da da var. Bölgenin üç ilinde de sekiz köşe kasket şehir kültüründe yaygın.
“Evet” diyor: “Benim çocukluk yıllarımdan aklımda kalan, gerçi ben o ustaya yetişmedim ama ustalarım diyorlardı ki, bir Ermeni Usta yaparmış bu kasketleri ondan öğrenmişler sanatı. Ben bizim dükkân açılmadan evvel Elazığ’a küsüp, terki diyar edip Diyarbekir’e gelip yerleşmiş Elazığlı Senayi Usta’dan öğrendim sanatı. Onun yanından sanatımı geliştirdim.”
Mahallelim ve artık nerdeyse inadına kentte kalmış tek kasket ustası Remzi’nin yanından ayrılınca, konuştuklarımızı yazmalıyım dedim kendime. Biliyordum Suriçi’nin Mardinkapısı’na inerken hemen Balıkçılarbaşı’nda da kasketçiler vardı. Bir zamanların Bubê Arık ustanın "Güzel-İş Kasketleri" ve bir de "Davut Nergiz Kasketleri" markaları ile kendini var eden kasketçileri... Geçerken şöyle bir kapılarından içeri göz atıverdim. Sahiden de sekiz köşeler tarih olmuş yerlerini farklı modellerdeki yuvarlak şapkalara bırakıvermişlerdi.
Oysa, Gabardin kumaştan şalvarı, beline doladığı Acem kuşağı, henüz bir yaşını doldurmamış süt danası şivro deriden poçikli yemenisi, Diyarbekir ipeğinden yapılma mantin gömleği, Halep işi kırk düğme yeleği ve bütün bunları bir taç gibi tamamlayan sekiz köşe kasketleri ile şimdi köşeden kıvrılıp dört asırlık eski bir ibadethane olan Salos Mescidi’nin tam karşısındaki Abbas’ın Parkı’na/ kahvesine arzı endam edecek Diyarbekir beyefendileri vardı bir zamanlar...
Şehir bütün değerleriyle küstü bize. Hem sahi! Biz mi küstürdük şehri kendimize ne!.. Bize ait ne varsa, tümüne, modernite adına yabancılaşarak, adeta küçümseyip yok sayarak hem de...
Geçmişler ola, ölü bizimdir rahmet ola...
Şeyhmus Diken
kaynak: www.kulturservisi.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.