Herkes Kendi Hayatının Yükünü Taşır
Hayatta her zaman her şey insanın gönlünden geçtiği gibi olmuyor. Her şey kendinden, kendince amacını içinde taşıyan bir nehir gibi akıp geçiyor. Nerede durgunlaşacağını, nerede coşacağını; nerelere uğrayacağını, nereleri es geçeceğini hayatın kendi akışı belirliyor ve bizi de içine alıp bildiği gibi sürükleyip götürüyor.
Oysa bizler her şeyi bildiğimizi zannediyoruz ama nerde, ne zaman başımıza nelerin geleceğini hiç bilemiyoruz. Bilinmezlerin içinde, hayatın kendi akışı içinde her an her şey olabilir. Rastlantılara mı, tesadüflere mi, Levh-i Mahfûz(alın yazısı)’a mı bağlı yaşıyoruz, bilmiyorum. Bildiğim, günlerin farkında olmadan su gibi akıp gidişidir. Tıpkı şairin dediği gibi: “Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı”.
Dahası hayatımızın ritmi geometrik olarak katlanarak her geçen gün sürekli hızlanıyor ve bu hızlanmaya paralel olarak günlük koşuşturma ve uğraşlarımız da hızlanıyor ve her geçen gün hayatımızın külfeti artıyor. Rüzgârın güneşi karartmaya götürdüğü kara bulutların etkisiyle havanın ağırlaşması gibi. Bu durum, ruhsal ve bedensel sorunların yaşanmasının yanında herkesin kendine yetmesini ve de yalnızlaşmasını dayatıyor.
Kendim yalnız olmasam da hayatlarımızın pamuk ipliğine bağlı oluşu ve yaşam ritminin artmasına ilaveten bir de istemediğimiz ve arzu etmediğimiz şeylerin olması ya da umulmadık bazı şeylerin bir şekilde başımız gelmesi gerçek anlamıyla bel büküyor. Günbatımında kışın dağların güneşi arkasına aldığı zamanki gibi bir karamsarlık yaratıyor ve bütün renkler karanlıkta aynı görünmeye başlıyor. Yürek yaralı, damarlarımda akan kan sanki zamanın yükünü taşıyor. Nereye gidersem gideyim anılar sökün etmiş ardımdan geliyor. Çinli sinemacı Wong Kar-Wai’nin bir kahramanına söylettiği gibi; “O, kaybolan yılları hatırladı. Sanki tozlu bir pencereden bakar gibi. Geçmiş görebildiği ama dokunamadığı bir şeydi ve gördüğü her şey bulanık ve belirsizdi.”
Hayat bir süreçtir. Yükünü taşımak ise çok zordur. Toprağın nefesi olan hava nasıl her şeyi kuşatıyorsa, sanki tüm olumsuzluklar da gelip beni sarıp kuşattı. Ama bir farkla; toprağın nefesi hava kuşattığı nesnelere yaşam ve can verirken, beni kuşatan olumsuzluklar bir o kadar nefesimi kesip, canımı sıkarak belimi büktü. Ama ben direniyorum: Ne de olsa serde devrimcilik var: Bülbülün kalbini kanatan gülün dikenidir.
Ve bülbülü söyleten ise gülün kokusudur. Çok şey yaptığım söylenebilir, ama geriye dönüp baktığım zaman, böyle olmadığını, esas yapmak istediklerimi yapamadığımı görüyorum. Ne hayallerimi gerçekleştirebildim ne de kendi sorunlarımı çözebildim. Hiçbir şey istediğim gibi olmadı, ve olmuyor. Hayatın tersliklerine istemesem de boyun eğer oldum. Lafın kısası, hayatımı hiç kendim belirleyemedim. Savruldum ve hep rüzgârın savurduğu yerlere gittim; bazen yalçın uçurumlara, bazen sonsuza uzanan ovalara, bazen sessiz bozkırlara ve bazen de kimsesiz derin vadilere. Ama dolanıp durduğum bu yerlerin hiçbirini kendime mekân edinemedim. Hiçbir yer bana ait değil ya da ben hiçbir yere ait değilim. Hiçbir şeyin artık bana heyecan vermemesi bundan mı, bilmiyorum. Derin bir iç yolculuktayım. Rüzgârın beni alıp götürdüğü yerlerde gönülsüzce ve biraz da inadına var olmaya çalışıyorum. Yeni bir rota belirlemeye ise hiç gücüm yok. Kanadı kırık kartalın şimdi kanadı kanamaktadır kayanın uçurumda. Oğuz Atay’ın müthiş tanımlamasıyla: “Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, …Ağzına dolar insanın... Sussan; acıtır! Konuşsan; kanatır!”
Çaresiz kalma çok farklı/kötü bir şey. Çaresi de sadece sessiz çığlıklar ve gözyaşıdır. Çiçeklerin arasında gizlenen yılan gibi bedenimde oluşan denge sorunu ve direncin azalmasıyla musallat olan ahmak sarhoşluğunda akıl çöplüğümde kendimi aradım: Dünümü, yaşadıklarımı düşündüm. Sonuç, bugünüme ağladım. Ağlayışım, kendime, kendi çaresizliğime. Maddi imkânların sınırlı oluşu, yaşın getirmiş olduğu sorunlar, günlerin rutinleşmesi, sağlığımın iyi olmayışı ve daha bazı şeyler elimi kolumu bağladı çaresizlik içinde çaresiz kaldım. Gözyaşlarımı serbest bıraktım. Yiğitler de ağlar!
Ve dedim ki kendime: Üzülme, her şeye rağmen ayaktasın. Unutma: “Ne dikensiz gül ne baş ağrıtmayan mey vardır.”
Ve Descartes’in ünlü sözünü biraz değiştirerek, “yazıyorum, o halde varım” diyorum.