Seçim demek için!
Kimilerine göre adı “baskın” olarak telaffuz edilse de en azından son bir yıldır adeta bağırarak “ben geliyorum” diyen bir erken seçim sürecine girdik.
Seçimin beklenen olmadığına hâla inanan / inanmak isteyenler varsa, dönüp “bir takım elbise”sine iddiaya tutuşan ve iddiasında ısrar edip 24 Haziran tarihiyle kazanan Sırrı Süreyya Önder’e baksınlar derim. Belki “baskın seçim” deme feveranından vazgeçerek siyasette “öngörüsüz” olmanın nasıl hüsran yarattığını bir kez daha görmüş olurlar kendi vicdanlarında derim.
Seçim sürecinin iki bileşeni var. Biri Cumhurbaşkanlığı / Başkanlık seçimi. Diğeri ise yaygın olarak eski jargona takılıp milletvekilliği denilen, aslında seçimden sonra bir nevi “parlamento memurluğu”na dönüşecek olan vekillik sistemi.
Görünen o ki; cumhurbaşkanlığı / başkanlık seçimi daha öne çıkan bir seçim süreci yaşanacak. Vekillik seçimi ise hayli gölgede kalacak.
Birileri sorabilir. Eh istenen bu değil miydi? diye! Evet istenen tam da bu(ydu). Üstelik politikasızlığın politik atmosferini yaşayan ülke sathı mailinde değil salt, uluslararası alanda da bu böyle.
Bir tarafta başkanlık moduna haylidir girmiş olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan var. Diğer tarafta ise hâla “parlamanter sisteme” dönülme taahhütlerinde bulunan diğer Cumhurbaşkanı adayları.
Adaylardan biri içerde, Selahattin Demirtaş, Abdullah Öcalan’ın 2013 yılındaki mesajında “başkanlık sistemini tartışabiliriz / tartışmalıyız” demesine rağmen, başkanlık sistemine karşıtlık ya da destek üzerinden değil! Başkanlığı ısrarla isteyen ve o yolda önüne çıkanı tepeleyerek büyük gayretle yürüyen Recep Tayyip Erdoğan’ı “başkan yaptırtmama” üzerinden politika yaptı / yapıyor. Diğer adaylar da sanki bu kod üzerinden tarz-ı siyasetlerini belirlemişler.
Sanırım bu konuda geç de olsa o “başkanlık sistemini tartışabiliriz” sözü üzerine bir kaç kelam etmekte yarar var.
Cumhuriyet reel politiğinin yüzüncü yılına beş kalan demine baktığımızda başta Kürtler olmak üzere Türkiye Halkları yürürlükte olan parlamanter sistemden pek bir hayır görmediler. Ret ve İnkâr politikaları ile ülkede tekçi cumhuriyette her daim ısrar edildi. Arada cumhuriyetin resmî ideolojisine rağmen yan yola sapan ve kimi “umut veren” cılız politik çıkışlar zaman zaman yaşansa da sonuç alınamadı, sonuç değişmedi...
Görünen o ki; uluslararası güç ilişkileri açısından baktığımızda 2018 Haziran seçimleri yüz yıllık parlamanter döneminin sancılı kapanışına tanıklık edecek gibi.
Ülke henüz hazır olmasa da adına başkanlık sistemi denen yapıya doğru hızlı bir şekilde yürünüyor. Bugüne kadar tedavülde olan parlamanter sistem ise tarihin tozlu raflarında demokrasi kültürü konusunda pek de muteber olmayan ve dahi sicili de çok temiz olmayan yerini almış olacak / oluyor. Görünen bu...
Kısa bir 24 Haziran öngörüsü de yapmak gerekirse; muhalif adaylar içinde mahpus olması nedeniyle en mazlum ve mağdur konumda olan Selahattin Demirtaş’ın seçim çalışmalarını yapıyor olamaması seçimin meşruiyetine kısmen gölge düşürüyor. Tutsak adayın durumu seçimin meşruiyetini gölgelese de sonuç değişmiyor. Selahattin Demirtaş’ın bir önceki 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oy oranını 2018 Haziran seçiminde egale etmesi (%9.76) hatta bir miktar üzerine çıkması kendisi açısından iki sonuç doğurabilir. Ya buraya kadar denir ve bu tarz siyasete nokta konulmuş olur. Ya da farklı bir tarzla yeniden siyaset arenasına dönüşüne vesile olur.
Diğer adaylar Muharrem İnce, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu amiyane tabiriyle tam da Recep Tayyip Erdoğan’ın dişine göre. Sipariş verilseydi ancak bu denli siyaset kapasitesi düşük ve rakibinin belirlediği alanın dışına çıkma becerileri olmayan adaylar ortaya çıkardı diye düşünmeden edemiyorum...
Bu açıdan baktığımızda sanki ilk turda mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimi kıl payı alır gibi görünüyor. Olur da alamaz ve ikinci tura Muharrem İnce veya zayıf ihtimal Meral Akşener ile karşı karşıya kalırsa yüzde elliden daha yüksek bir oy oranı ile Recep Tayyip Erdoğan yeni dönemin Başkanı olur.
Kızmayın ama olası ikinci turda Kürtlerin büyük çoğunluğu İnce ya da Akşener’den hangisi 2. tura kalırsa birinden biri lehine tercih hakkını kullanmayıp sandık başına gitmez. Az sayıda sandık başına giden Kürt seçmen de Erdoğan’a oy verir diye düşünüyorum.
Neden mi? Şu açıdan. Muharrem İnce reel cumhuriyetin sağdan sola bütün bileşenlerinin resmî cumhuriyet politikasının çözümsüzlükte ısrarının başat aktörü gibi duruyor. Meral Akşener’e ise doksanlı yılların faili meçhullü yıllarının hesabını henüz vermediği kalıyor geriye. Her ikiside Kürdün hanesinde sınıfı geçemiyorlar.
Bu baptan hareketle olası 2. turda Halkların Demokrasi Partisi eşbaşkanı Pervin Buldan’ın siyaseten çok iddialı ve karşılığı olmayan 2. tura dair Kürt seçmeninin tercihinin ne olacağı sözü anlamsız kalıyor. Kürtlerin olası 2. tur tercih kararı ülkede 24 Haziran’dan sonraki gidişatın anahtarı ya da belirleyicisi olacak gibi...
Peki o halde şu soru sorulabilir (mi). Hâli hazırdaki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimin kazanma ihtimali hayli yüksek aktörü olarak 2015’den bu yana yaklaşık olarak üç yıldır Kürt coğrafyasında yaşanan / yaşatılan büyük felakete rağmen mi tercih edilebileceği öngörüsü tuhaf değil mi, diye.
Evet tuhaf belki! Ama neylersiniz ki; muktedir olarak Erdoğan ve partisi bu süreç içinde deneyebileceği / yapabileceği bütün şiddet yöntemlerini denediler. O denli kötü durumlar yaşandı ki, ne kelimelerle anlatılır ne de yazılınca anlamı olur. Yaşandı ve tanık olundu.
Bu sebeple değil mi ki; ancak birbirleriyle büyük kavgalar edenler ancak yine birbirleriyle barışmayı zorlar / dener. Tarih, bunun çokça örnekleriyle dolu ve yazılıdır.
İşte benim Kürt coğrafyasından gördüklerim, okuduklarım bunlar...
Bu yazıya Diyarbakır göğünde Ankara uçağında başladım. İndikten sonra Ankara’da bir kafede bitirdim. Kafenin giriş kapısında ve benim oraya girip oturmama adeta davetiye çıkaran Kafka’nın sözü asılıydı: “Beyinlerimiz savaşsın isterdim. Ama görüyorum ki siz silahsızsınız...”.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.