Özgür değiliz
“Size özgürlükten çok, ekmek gerek” diyen Batılıya, Afrikalı kadının,“konuşma özgürlüğüm olmazsa, ekmeğimi kimin çaldığını nasıl söyleyeceğim!” cevap vermiş.
Bu konuşmadaki kadının, yani “kişi”nin özgürlük tanımı ciltlerle yazılmış kitaplar kadar anlamlıdır.
Kişi sözcüğünü kullandım. Çünkü birey ve kişi kavramları farklıdır, kişi etik, birey maddi tabanlıdır.
Maddi zorunluluklar, hayat şartları, toplumsal ve teknolojik aygıtlar insanların ruhsal gelişimini engeller. İnsan, bu modern dünyanın detaylarından daha önemli, daha önceliklidir.
Birey/kişi karşıtlığın da “birey” olmayı, maddi, materyalist şeylere bağlı, kendi isteklerine öncelik tanıyan, ben-merkezci, koşullandırılmış bir öznedir.
“Kişi” ise ruhsal, etik olgunluğa ulaşmış, yaratıcı, bağımsız olan, kendi oluşumu içinde olan özgür bir öznedir.
Çünkü maddi baskılar ve materyalist bir hayat tarzı bireyleri köleleştirir.
Tarih boyunca krallar, derebeyleri, devleti yönetenler, patronlar ve ana babalar, “itaat etmenin,” “erdem,” itaatsizliğin ise “ahlâk dışılık” veya “suç” olduğu anlayışını savunmuş ve dayatmışlardır. Bu düşünce sorgusuz ve şartsız itaate neden olmakta ve özgür iradeyi ortadan kaldırmaktadır.
Kavramlara bu anlamda bakınca “sosyoloji” ifşa edici bir bilimdir, tahakküm, topluma hükmederken, sosyoloji de tahakküme hükmeder, yani sosyolojinin ifşa edici niteliği, aynı zamanda özgürleştiricidir.
Bizi yönetenlerin “itaat” kavramı gibi özgürlüklerimizi kısıtlamak için kullandıkları bir de “güvenlik” dediğimiz tehlikeli bir kavram vardır.
Rahat ve huzurlu bir yaşam sürdürmek adına, özgürlüğümüzden taviz verdiğimiz anda sistem karşıtı olmamız mümkün değildir. Bu düşünce kabullenildikten sonra, her birimiz birer sistem savunucusuna döneriz.
Çünkü güvenlik konusu öncelikli olunca, özgürlükler üst seviyede tehdit edilmekte ve buna karşılık devlette mümkün mertebe güçlendirmektedir. Çünkü haberleşme, seyahat, adil yargılanma, çalışma gibi temel hak ve özgürlükler devlet tarafından fiili ve hukuki olarak, sınırlamalara tabi tutulur. Ayrıca güvenlik bahanesi ile yaratılan baskı atmosferi her çeşit özgürlük talebinin şiddetle bastırılmasına neden olduğu gibi özgürlük isteyenlerin dışlanmasını, kısıtlanmasını gerektirir. Hem de bu kişiler tehlikeli bireyler olarak görülmeye başlanılır.
Aslında toplum için gerekli olan “Özgürlük” güvenliği imkânsız kılan bir unsur olarak görmek yerine, güvenliği özgürlüğün içinde aramak ve özgürlükle temellendirmek gerekir. Hiçbir toplumsal konu, sıralamalarda özgürlükten önce olmamalıdır.
Çünkü özgürlük olmadan, tüm diğer değerlerin, gerçekte bir anlam ifade etmediği gibi somut hayatta yaşanır olabilmesi da imkânsızdır.
Güvenlik için tercihe değer yolun, bireysel hak ve özgürlüklerin alanını elden geldiğince genişletmek ve devleti de bu hak ve özgürlüklere saygı duyar hale getirmektir.
Sartre “Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşünememesidir” der.
Ancak insan, özgür olduğu oranda düşünen insandır. Özgürlük, insanların istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır.
Sistemler tarafından, özgürlük diyerek insanlar aldatılıyorlar. Nasıl ki özgürlük en yüce duygulardan biri sayılıyorsa, bunun yol açtığı aldanmışlarda en büyük aldanışlardandır. Bireylerin sahip olması gereken özgürlükleri kötü emelleri uğruna kullanıp bütün toplumun özgürlükten mahrum edilmesinin haklı gerekçesi olamaz.
Herhangi bir sorunlu alanda özgürlükleri azaltmak ve yasakları derinleştirmek, başlangıçta kısa süreli rahatlamalar meydana getirebilir. Fakat zaman içinde yasaklanan görüşe, inanca, nesneye olan merak sürekli artış göstererek giderek daha da güçlenir ve sonunda yasaklar üzerine inşa edilen sistemi zorlar hale gelir.
Konumuzla ile ilgisi olur mu diye fazla düşünmeden, benim algıladığıma göre Stalin’in özgürlüğe bakışını yazayım.
Bir dönem dünyada milyonları “peygamberler” gibi peşinden sürükleyen Stalin, dogmatik bir görünüm kazanan iktidarı güçlendikçe, özellikle de yaşamının sonuna doğru devleti kendi özel hizmetkârı gibi kullanmasına rağmen, büyük bir korku ve yalnızlık içindeydi.
O güçlü Stalin’i, en çok korkutan şey özgürlüktü. SSCB halklarının en zayıf ve en bastırılmış dönemlerde bile özgürlüğü, potansiyel bir güç ve tehdit olarak algılamıştır. Bu korkusundan dolayı Stalin, tüm iktidarı boyunca, bireylerin ve kitlelerin özgürlüklerini fiilen yok ettiği halde “özgürlük” söyleminden asla vazgeçememişti. Evet, özgürlükler fiilen ortadan kaldırılmış olmasına rağmen “özgürlük” kavramının etkili gücü, Stalin’i o kadar korkutmuştur ki yaptığı bütün totaliter Sovyet uygulamalarının özgürlük ve demokrasi adına yapıldığını ileri sürmek zorunda kalmıştı. Stalin’in, özgür vatandaşları olmayan SSCB’de, her zaman özgürlük ve demokrasi adına hareket etmesi, özgürlüğün adını anmadan adım atmaktan korkması özgürlüğün gücünü kanıtlıyordu.
Aslında Stalin’in korktuğu pek az kişi olmuştur, fakat özgürlükten ölünceye kadar korkmuştur. Onun gibi tüm diktatörleri korkutabilen özgürlük düşüncesi, bastırılabilir, sindirilebilir ancak asla tamamen yok edilemez.
Konumuza dönelim.
Sistemlerde kurumların ve kurumlarda çalışanların “dokunulmazlığı” anlayışı, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki en önemli engellerden biridir.
Eleştirel habercilik, kolaylıkla “hakaret” olarak yorumlanabiliyor, hem kamu hukuku hem de özel hukuk, kurumları ve temsil eden kişileri her türlü eleştiriden uzak tutmak için bir zırh olarak kullanılabiliyor.
Örneğin şunu yazsam, suç mu olur bilmiyorum. Sistemin kendi özgürlüğüne dayanarak, “Milli Eğitim Bakanlığı, İlköğretim Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi 7. sınıf ders kitabında göğüs bölgesi çıplak bir kadının bulunduğu dünyaca ünlü resmi sansürledi. Ünlü Fransız ressam Eugene Delacroix’nın, Fransız İhtilali’nin simgelerinden olan 1830 tarihli 'Halka Yol Gösteren Özgürlük' başlıklı eseri ders kitabından çıkarıldı.”
Seçimle iktidara gelinince diktatör olunmuyor mu? Olunur. Bakın Frank Chodorov “Halkın oy verme hakkının olması özgürlüğü için herhangi bir garanti değildir. Halka rahatlıkla kendi köleliği için oy verdirilebilir” dediği gibi olmuyor mu?
O zaman gerçekler çoğunluk oyuyla belirlenemediğini bilmeliyiz.
Lysander Spooner gerçeğini ne güzel vurgulamış. “Bir köle üç beş yılda bir kendine yeni bir efendi seçme hakkına sahip ise bu onu daha az köle yapmaz”.
Bizler de sandıkta istenileni yapmak yerine halkın yani bizler için doğru olanı yapmanın şartlarını sağlamalıyız.
“Seçebilmek özgürlüktür,” “seçim hakkı özgürlüktür,” “Seçenekleri azaltmak özgürlüktür.” Birbirinden farklı gibi görünen bu kavramlar aslında birbirini tamamlayan kavramlardır.
Seçim hakkı özgürlükse, insanın seçebileceği sadece bir yol varsa, diğer tüm yollar kapalıysa seçim hakkı yoktur. Tek bir seçeneği varsa, ancak ve ancak vazgeçmek özgürlüğü olabilir.
İkiden fazla seçeneğin varsa bir seçimden bahsedebiliriz. O zaman da vazgeçmek gibi bir seçeneğin vardır. Seçeneklerin arttıkça, özgürlük duygusu artar. Siyasetçiler bunu iyi bildiklerinden, seçim için tek bir yoldan bahsediyorlar, yani kendi yollarından. Diğer tüm yolların, seçeneklerin uygun olmadığını, hatta o seçeneklerin hiç olmadığını düşünmemizi istiyorlar. Sonuç belliyse o zaman seçim yapmanın hiçbir değeri yok ki…
Örneğin,2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ak Parti Genel Başkanı’nın kazanacağı o kadar belliydi ki 1950 yılından bu yana en düşük katılım oldu. Seçmenin % 28’i sandığa gitmedi. Sonuç belli ise seçme özgürlüğü de yoktur, Yalnızca sandığa gitmeme özgürlüğü vardır. Önümüzdeki seçimlerde istediğimiz seçenekler yoksa özgür olamayacağız demektir.
İnsanın böyle bir durumda karar vermesi daha zor oluyor. Kararsızlık arttıkça da insan kendini özgür gibi değil de kaybolmuş gibi hissediyor.
Unutmayalım 20 yıl önce yaptığınız seçimler, bugününüzü belirledi. Şimdi yapacağınız seçimler geleceğinizi belirleyecek…
Macaristan’da Orban, Hindistan’da Modi, Rusya’da Putin’in ortak noktaları, özgürlükleri sınırlayan, millet ile kendilerini özdeşleştiren popülizmi ve anti-liberal bir eğilimi temsil etmeleridir.
Zalim olanlar, güçsüz olanlardır, yani iç özgürlüğü ve bağımsızlık duygusunu tatmamış zavallılardır. Onun için, iyilikler, güzellikler her zaman, özgün kişiliklerden beklenen bir olgudur. Düşünen insan, bu dünyada eşsizliğini, biricikliğini hep anlamaya, keşfetmeye çalışır. Kendilerini keşfeden, bu görklü yolda yol alanlar bu güzellikleri bir başkalarıyla da paylaşmaya çalışırlar. Yani kendileri için istedikleri bu güzel edimleri, bu güzel erinçleri bir başkaları için de ister. Düşünen insan her zaman ve her yerde, özgür ve bağımsızlığı solumaya çalışır. Zalimler ise olamadıkları her şeyden nefret ediyorlar, okuduklarında anlamadıkları kitaplardan, anlamlandıramadıkları sanattan, yaşayamadıkları cinsellikten, sevgiden, özgürlükten, başını dik tutmaktan bile.
Ne güzeldir, duygularını ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmek. Ama…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.