Hayat-ı Alil(7)
Babam, bizi bu uzun yolculuk boyunca sırtında taşıyan merkepi; evimizin önündeki yaşlı çınara bağladı her zamanki gibi. Farklı bir gururla bastım köyümüzün ezilmiş toprağına. Yıllardır bu toprağın üzerinde yaşayan, bu toprağın üzerinde oyunlar oynayan, hayaller kuran ben; kalbimin hiç bu kadar hızlı ve şiirsel bir ritimle attığını hissetmemiştim. Nedensiz bir gurur yerleşmişti içime, mektebe yazılmış olmak bile göğsümü kabarmıştı. Yersiz kibirden korktum bir an ama sonra mektepli olmanın ne denli büyük bir şey olduğunu hatırladım. Eğitim de ibadet gibiydi bizim topraklarda, niyet etmek bile sevap sayılırdı insanlar için. Ben niyetten de öteye gitmiştim bu yolda. Hazırlanıp kuşanmıştım tıpkı savaşa giden bir asker gibi. Artık ben de kalem ve kitabın askeriydim.
Koltuk altımda defterlerim, elimde kalemlerle girdim evimizden içeri. Babamın elinde de diğer gereçler ve elbisem vardı. Savaşta galip gelmiş bir ordu edasıyla girmiştik eve. Gözüm ilk olarak annemi aradı evin içinde. Çünkü en çok o hak etmişti benim eğitim mutluluğumu görmeyi. En çok o ağlamıştı benim için, en çok o gözyaşı dökmüştü yeşillik bitmeyen kurak topraklara. Bana her zaman “Oğul; alın terinin düştüğü yer, nem görmemiş beton olsa dahi çimlenir!” derdi akşam sohbetlerinde. Kısacası anneyle baba, çocuğun şekillendiği ilk mektepti.
Annem; evimizin salonundaki koca divanın dibinde oturmuş, küçük kardeşlerime çorap örüyordu yeşil iplikten. Biz içeri girdiğimizde varlığımızın bile farkına varmadı. Kısık sesle bir türkü tutturmuştu, ördüğü çorapları kutsarcasına söylüyordu. Odanın ortasına gelip eşyaları yere bırakınca fark etti bizi. Bir an durdu annem, onunla birlikte durdu zaman, evimizin küf tutmuş duvarında asılı olan bana hep acılı günleri hatırlatan kahverengi saat durdu. Belki de o an gibi bir anım bir daha olmayacaktı hayatta. Ve ben, yıllardır yaşadığım bu evde, annemin gözlerini hiç bu kadar ışıltılı görmemiştim. Gökyüzündeki tüm yıldızlara caka satıyordu, o an annemin gözündeki ışıklar. Bir şeyi tamamlayabilmenin hazzıydı bu işte. Hayattan ilk defa bir şeyler alabilmenin derin mutluluğu...
Annem, bu bir anlık durgunluğun ardından, elindekileri divanın altına bırakıp yanımıza geldi. Sımsıkı sarıldı bana, annemin kollarını ilk kez o kadar güçlü hissetmiştim. Omuzlarımdan tutup gözümün içine baktı yavaş yavaş. “Büyü; bu elbisenin, kunduranın, kitapların içinde büyü oğul. Ama iki harfi bir araya getiremeyen aciz bırakılmış atalarını unutma!” dedi tekrar gözümün içine bakarak. “Âciz bırakılmış" sözü çok ağırıma gitmişti o an. Yaşadığım coğrafyayı karanlıkta bırakanlara karşı kinim git gide büyüyordu. Onlara karşı mücadele etmek de bize düşüyordu işte. Sadece benim değil, ki ben okyanusta bir damlaydım, tüm akranlarımındı bu mücadele; bir mücadele ki dökülen şey kan değil mürekkep, silahımız tüfek değil kalemdi.
Babamın elindeki eşyaları alarak bir bir incelemeye koyuldu annem. Takım elbisemi görünce gözleri dolmuştu. Hepsini özenle katlayarak odanın köşesindeki duvarın dibine bıraktı. Çok sonraları düşününce anımsayacaktım ki orası odanın tek küflenmeyen, alçısı dökülmeyen yeriydi. Bu detayın o gün farkına varmamıştım. Aile, her şeyiyle bir bütündü. Evrendi, bilgiydi, deneyimdi, huzurdu, mutluluktu ve kimi zaman hatta çoğu zaman da hüzündü. Her şeye rağmen aile, dünyadaki tüm insanların harmanıydı.
Vakit epey geç olmuştu, yatağımda uzanıp pencereden gökyüzüne baktım. O gece hiçbir hayal kuramadan uyumuştum çünkü hayallerime yaklaşmıştım. Ama annemin şu sözleri çınlıyordu kafamın içinde: “Büyü; bu elbisenin, kunduranın, kitapların içinde büyü oğul. Ama iki harfi bir araya getiremeyen aciz bırakılmış atalarını unutma!”
-Zeynel Hebun Güler