Hayat-ı Alil (4)
Alın teri, insanoğlunun yeryüzüne adımını attığı ilk andan beri tek yaşam kaynağı ve belki de paha biçmekte en çok zorlanılan şey. Alın terinin önemini, doğduğumdan bu yana öğretmişti bana bu sisli coğrafya. Annem ekmeklerini alın teriyle yoğurur, babam toprağı alın teriyle sulardı. Böylece yaşamaya devam ederdik kendi dünyamızın ekseninde. Alın terimiz olmadan yaşayamazdık, bu dünyanın bize verdiği tek armağandı o. Biz, bu meçhul coğrafyanın kayıp insanları, yaşamak için alın teri dökmeye mecburduk.
Babam tüm yıl boyunca her zaman tarlada çalışırdı, yaz kış demeden her gün giderdi bizim dört tarafı üzüm bağlarıyla çevrili olan tarlamıza. Bilirdi en sıkı dostumuzun toprak, tek geçim kaynağımızın da üzüm olduğunu. Neden böyle yaşamak zorunda olduğumuzu sorgulayamazdık çünkü böyle işlenmişti kaderimize. Yüzyıllardır ailemiz bu topraktan çıkarmıştı ekmeğini, bu topraklar doyurmuştu atalarımızı. Annem, her hasat vaktinde satıştan arta kalan üzümlerle “pestil" yapardı evimizin avlusunda. Annemin yaptığı bu pestiller, bizim için bir güven oluştururdu kışa karşı. Bilirdik en zorlu kış gününde bile evimizde yiyecek pestilimiz olduğunu. Önceki yıllardan farklı olarak bu yıl öyle olmamıştı, babam tüm üzümleri tek seferde satmaya karar vermişti benim okul masraflarım için ve şimdi bu koca meyve halinde almıştı tüccardan bütün yıl yetiştirdiği üzümlerin karşılığını.
Babamın elindeki kağıt paralara baktım. Bu muydu bir yıllık emeğin karşılığı? Bu muydu bizi bir kış doyuran üzümlerin ederi? Doğada değerli olan, şehirde birkaç kağıt parçası ediyordu demek. Keşke okula başlamasaydım, diye geçirdim içimden şehrin kötü bir yer olduğunu düşünerek. Babam yavaşça bindi eşeğin sırtına. Gökkuşağını andıran meyve halinden çıkmaya başladık sessizliğimizi sürdürerek. Bembeyaz gövdesinde, yer yer kahverengi çiller olan eşeğimiz, yükten kurtulmanın sevinciyle daha hızlı ve dinamik ilerliyordu yolda. Babam elindeki buruşmuş paraları kahverengi yeleğinin iç cebine koymuştu, terziye gidip takım elbise diktirecektik ufacık bedenime. Şehrin göbeğindeki kalabalık yollardan geçerek terzilerin yer aldığı bir sokağa yöneldik. Babam, etrafa dikkatli gözlerle bakmasından belli ediyordu daha önce yolunun hiç terziye çıkmadığını. Annem dikerdi hep babamın ketenden giysilerini, hiç terziye ihtiyaç duymamıştık şimdiye kadar. Ama bu kez terziye gitmek lâzımdı, okul kıyafeti özen isterdi. Eşeği yavaşlatarak rastgele bir terzinin önünde durduk. Camekanında kareli, çizgili takımların bulunduğu; panjurunda yer yer dökük kırmızı boya olan bir terzi dükkanıydı. Babamla birlikte çekinerek girdik dükkandan içeri. Daha çok gri tonlarında çeşit çeşit kumaş topları vardı dükkanın içerisinde. Dükkanın duvarları kumaş toplarından dolayı gözükmüyor, bu da kumaştan bir odada duruyormuş hissi veriyordu insana. Babam bozuk Türkçesi ve mahçup ses tonuyla, “Kolay gelsin beyim, oğlum için okulluk takım diktirecektik de.” diye girdi konuya. Boynunda kumaş mezurası ve gözünde gözlüğü olan kır saçlı adam cevap verdi babama. Bir süre nasıl bir kumaş istediğimizi, ölçüleri sordu. Babam “en uygunundan” diye özellikle belirtti kır saçlı adama; çünkü üzümleri satarak elde ettiği paranın yetmemesinden korkuyordu.
Onlar konuşurken ben çevremdeki kumaş toplarına hayretle bakıyorum. Hepsi çeşit çeşit desenlerde ve boyumdan büyük rulolara sarılmışlar. Annemin diktiği elbiseyle okula gitsem ne olurdu ki? Kabul etmezlerdi herhalde mektebe, tahsilli olmak için pahalı kumaşlar giymek gerekiyordu demek. Yıllar sonra anlayacaktım ki insanı insan eden kalbiydi her şeyden önce, kalbinden geçenler yön veriyordu insanın aklına ve kaderine. Ne bir parça kumaşın ne de fiyakalı kunduraların önemi yoktu hakiki bir insan olmak için. Asıl mesele kalbini coğrafyanın toprağıyla yoğurup hakikat ve sevgi biçmekteydi. Ama şimdi bunları bilmeyerek biraz buruk bir sevinçle bakıyordum kumaşlara. Bakıyordum, ve bilmiyordum ki alacağımız o kumaş; bedenim dünyadan göçene dek yüreğimi örtecek.