Diziler: Görmek İstediğimiz Hayat Tarzları mı, Yönlendirilmek İstediğimiz Bir Dünya mı?
Televizyon ekranları, hayatımızın her anında bizlerle olan güçlü bir iletişim aracı. Ancak son yıllarda ekranlarda gördüğümüz diziler, bizi düşündürmekten ziyade kaygılandırıyor. Bu yapımlar, topluma ne sunuyor, hangi değerleri empoze ediyor? Diziler, gerçek hayatı mı yansıtıyor yoksa hayatlarımızı şekillendirmek için bir araç mı haline geliyor? “TV’lerdeki Dizi Çöplüğü” başlıklı önceki yazımda bu konuyu farklı bir şekilde ele almıştım. Ancak bugünkü yazımda dizilerin içeriğinde bizlere neler sunuluyor üzerinde durmak istiyorum.
Bugün televizyon dizilerinde sıklıkla karşımıza çıkan sahneler, bir zamanlar sadece uç bir fantezi dünyasının parçası olarak görülürdü. Ancak artık bu sahneler, günlük hayatın bir parçasıymış gibi karşımıza çıkıyor. Şiddet, aldatma, lüks hayatlar ve yozlaşmış ilişkiler, adeta izleyiciye "bu normaldir" mesajı veriyor. Peki, bu durum ailece izlenebilecek içeriklerin azalmasına neden olmuyor mu? Ya da bu dizilerden etkilenen gençlerimizin halleri ortada değil mi?
Son zamanlarda yayında olan dizilerinin klasikleşmiş senaryolarından biri, aynı erkek için mücadele eden iki ya da daha fazla kadının hikâyesidir. Bu senaryolar, yalnızca kadınları değersizleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda aşk ve ilişkiler konusunda sağlıksız bir algının yayılmasına neden oluyor. Kadınlar, kendilerini değersizleştiren erkeklerin peşinde koşarken, seyirciye bu durum normal bir romantik davranış olarak sunuluyor.
Birçok dizide zengin ve yakışıklı bir erkeğin eşini aldatması neredeyse normalleştirilmiş bir tema olarak karşımıza çıkıyor. "Zengin erkek her şeyi yapabilir" anlayışı, toplumda yanlış değer yargılarını güçlendiriyor. Bu tür senaryolar, sadakati ve sevgi bağlarını zayıflatırken, ilişkilerdeki temel değerleri de göz ardı ediyor.
Dizilerin büyük bir kısmında yer alan lüks yaşam tarzları, toplumda ulaşılamaz hayaller yaratıyor. İzleyiciler, bu tür sahnelerle "ancak böyle bir hayat yaşarsan mutlu olabilirsin" mesajını alıyor. Oysa gerçek hayat, büyük bir çoğunluk için bu sahnelerden çok daha farklı. Peki, bu durum toplumdaki ekonomik eşitsizlikleri daha da derinleştirmez mi?
Ayrıca bu dizilerde erkekler kadınlara hep kötü davranıyor; kadınlar ise bu durumu "aşk" adı altında kabulleniyor. Bu, hem şiddeti hem de sağlıksız ilişkileri normalleştiriyor. Maalesef bu tür senaryolar, özellikle genç kızlar arasında toksik ilişkilere özenti yaratabiliyor. Ardından toplumda yaşanan kadın cinayetleri, gündüz kuşağı saçmalıkları nasıl oluyor diye kendimize sormadan edemiyoruz.
Konunun bir diğer kısmı ise bölgemizde çekilen diziler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da geçen dizilerde aşiret, ağalık, silah kaçakçılığı gibi temalar sıkça işleniyor. Bu durum, o bölgede yaşayan insanların hayatını tek bir kalıba sokuyor. Sanki bu bölgelerde herkes bu tür hayatlar yaşıyormuş gibi bir izlenim yaratılıyor. Oysa bu, hem gerçeklere hem de bölgedeki insanların çeşitliliğine büyük bir haksızlık. Ayrıca, bu tür dizilerde yasa dışı işler yapan karakterlerin "iyi insan" olarak gösterilmesi de yanlış bir mesaj veriyor.
Bütün bu karamsar tabloya rağmen, Gönül Dağı, Gassal gibi diziler umut veriyor. Sıcakkanlı karakterleri, aile bağlarını vurgulayan hikâyesi ve Anadolu kültürünü samimi bir şekilde yansıtmasıyla, izleyicilere alternatif bir dünya sunuyor. İşte televizyon ekranlarının ihtiyacı olan bu tür yapımlardır.
Televizyon dizilerinin toplum üzerindeki etkisi küçümsenmemeli. Şiddeti, aldatmayı, lüks yaşamı ve sağlıksız ilişkileri normalleştiren senaryolar yerine; samimi, değer odaklı ve toplumun gerçeklerini yansıtan yapımlar üretmek gerekiyor. Unutulmamalıdır ki ekranlardan yansıyan her hikâye, toplumun geleceğini şekillendiren bir araçtır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.