VİDEO - İranlı yönetmenle marjinal Kürt sineması üzerine
Özel Haber/ Mümin Ağcakaya
TİGRİS HABER - 1991 yılında İran’ın Merivan kentinde doğan Azad Azizyan üniversite de iki yıllık öğrenim görürken siyasi nedenlerden dolayı okulla ilişkisi kesiliyor. Azad 20 yaşındayken Türkiye’ye gelip bir süre yaşadı gazetecilik ve fotoğrafçılık yaptı. 4 yıl Türkiye’de mülteci hayatı yaşadıktan sonra 2016 yılında Amerika’ya yerleşti.
7 yıldır Amerika’da yaşayan yönetmen Azad Azizyan Los Angeles Eyaletine bağlı Santa Curus da belgesel üzerine yüksek lisan yapıyor. Okulda akademisyen olarak ders verirken bir taraftan hem belgeseller çekiyor hem de Kürt sineması üzerine araştırmalar yapıyor. Bir belgesel çekmek için Diyarbakır’da bulunan Azad Azizyan’la belgesel çekimleri ve Kürt sineması üzerine Tigris Haber Gazetesine konuştu.
Şimdiye kadar iki kısa film yaparak festivallere katılan İranlı Kürt yönetmen Azad Azizyan çocukluk ve yaşamına ilişkin;
‘Hikâyede kendimi görmediğim film yapmayacağım’
“Ben marjinal insanları severim. Ben Kürt işçi bir aileden geliyorum. Altı yaşındaydım. O zamanlar evimizde buzdolabımız yoktu. Komşulardan buz topluyordum. Aklımda kaldı. Durumumuz o kadar kötüydü.” Diye geçmişine atıf yaptıktan sonra nasıl film yaptığını ise şöyle anlatıyor;
“Kimlerle çalışıyorum mesela; işçilerle, kadınlarla birlikte film yapıyorum. Filmde rol alan karakterlerle birlikteyiz. Yani kolektif olarak film yapmak istiyorum. Benim için zengin, heteroseksüel, beyaz adam çekeceğim filmlerde onları konu olarak görmüyorum. Onların hikâyesi benim ilgimi çekmiyor. Bir sinemacı olarak hikâyeleri görmemiz gerekiyor. Sinema benim için aynadır. Bir yönetmen olarak kendimi çektiğim filmde de görmek istiyorum. Bir sinemada bir insanla, bir yerde, bir hikâyede kendimi görmeyince o filmi yapmayacağım.”
‘Sinema yalın gerçeği değil, hayalleri de gösterir’
Sinemanın işi sadece gerçeği göstermek değildir. Bana göre hayalleri de göstermektir. Marjinal insanların gerçeğini her gün görüyoruz. Bir sinemacı olarak; bir şey eklemeden, gidip onu tekrar insanlara göstereyim mi? Ben ne yapmışım bir şey eklememişim. Bence sinema sadece salt gerçeği değil insanların hayallerini de ortaya koyabilmelidir. Bir umut olmalı, onlara gelecekte bir yol gösterici olmalıdır. Eğer bu olmazsa film eksik kalır.
‘Marjinallerin hayalleri nasıldır?’
Marjinal insanların da, diğer herkesin de bir hayali var ve onun hayali üzerinde çalışıyoruz. İnsanların yaptığı işi gösteriyoruz ama onların hayalleri nasıl? O yüzden biz performans olarak filme ekliyoruz. Hem beden hem de müzik bize çok yardımcı oluyor. Beden ve müziğin, ritim ve bedenin birlikteliğinden çok güzel performanslar ortaya çıkıyor. Gerçek mi değil, bana göre gerçek mi evet. Gerçek sadece bizim gördüğümüz şeyler değildir. Özellikle marjinal insanlar için çoğu zaman yansıyan gerçek onların gerçeği değildir. Baskıyla onların üzerine gelmiş, kabul ettirilmeye çalışılan bir gerçektir.
Eskiden köyde insanlar imece usulü yaşıyordu. Birbirlerine hem yardıma koşuyorlar hem de her türlü desteği sunuyorlardı. Ama kentlere gelmeye başlayınca bu ilişkilerden ve geleneklerden kopmaya ve bireyselleşmeye başladılar. Dolayısıyla herkes kendi başına kaldı. Toplumun geçmişten gelen değerleri de zarar gördü, parçalandı. İşte bu fikri biz sinema dili olarak nasıl gösterebiliriz. Bizim kadrajlarımızda sadece bir kişiyi bulamazsınız her zaman ikinci ve üçüncü kişiler vardır. Mesela bir performans yapınca onun yanında bir dengbej de vardır. Her zaman insanın başka insanlarla ilişkisine bakıyorum. Değişik ilişkiler bana daha çekici geliyor. O yüzden böyle komünal hayatı sinema diliyle nasıl anlatabilirim diye bakıyorum.
Sinemada üç tarz
Sinemada üç tarzın hâkim olduğunu söyleyen yönetmen Azizyan; “Amerika’da üç tarz sinema var. Birincisi Hollywood, ikincisi Avrupa sanat sineması, üçüncüsü de Kızılderililerin, Siyahîlerin ve Kuzey Amerikalıların oluşturduğu tarz. Üç tarz birbirinden ayrılıyor.” Diye değerlendiriyor ve şunları ekliyor;
“Siyahîlerin ve Kızılderililerin sinemasına bakınca 1960 ve 70’lerde çok hareketliler. Mesela 70’lerde Kuzey Amerika’da üçüncü sinema ortaya çıkıyor. Onlara göre Hollywood sineması gerçekten fabrika sinemasıdır. Böyle her gün üretiyorlar. Bir de Avrupa sanat sineması vardı. Onlar da orta burjuvanın sinemasıydı. Güzel bir görüntü onlarda çok önemliydi. Onlar da biz üçüncü sinemayı yaparız diyorlar. Halkın içinde, gettolarda onlarla beraber film yapmaya başlıyorlar.
“Siyahîlerin, Kızılderililerin ve Kuzey Amerikalıların tarzı hem onların toplumsal gerçeklikleri temeli üzerinde, hem geçmişi, hem yaşadığı anı ve hem de geleceğe dönük ütopyayı içeren bir tarz da film yapıyorlar. Yapılan çalışmalar da öyle çok teknikle, kurgularla sınırlandırılmış değildir. Yaşamın içerisinden yansıtmalar, diyaloglarla ortaya çıkıyor.” Kendisini üçüncü tarzı benimsediğini ve esas aldığını söylüyor. Kameranın başlı başına bir güç olduğunu ve kendisinin bu gücün kırılmasından yana olduğunu söyle dile getiriyor;
“Mesela benim bazı sahnelerim var. Karakterlerimiz kameraları görünce artık kendileri olmuyorlar. Ben nasıl kameranın gücünü beraber kırarız, kırabilir miyiz? Diye bakıyorum. Ben bunu kırmak istiyorum.
Bir hocam vardı. ‘Biz belgesel yönetmenleri olarak insanların kanlarını içip, ödül mü almak istiyoruz?’ Diyordu. Belgesel yönetmenlerine bakınca gidiyorlar fakirlik, yoksulluk üzerinden film yapıp sonra bunları festivallere gönderip ödül alıyorlar. Ben buna karşıyım.”
‘Trajediler üzerinden ödül almaya hayır’
İnsanların yaşamış oldukları trajedileri ekrana yansıtıp bunun üzerinden ödül almak ya da kendini farklı biçimlerde sunmaya karşısınız? Bu durum onların durumlarını, kötü koşullarını sömürmedir diyorsunuz?
Sistem bunlara böyle yapmış. Ben yönetmen olarak gidiyorum bunu gösteriyorum. Böylece biz de sistemin içine tekrar girmiş oluyoruz. Statik bir görüntü veriyoruz. O kadar. Onların hayalleri nedir? Ne istiyorlar? Daha iyi bir dünya olsaydı onlar ne olabilirlerdi. Böyle bir şeyler yok. Ben de bu gerçeği onlara göstermek istiyorum. Sinemanın sadece basitçe görünen gerçeği değiştirme gücü olmazsa ben neden film yapayım. Sadece göstermeye hayır diyorum.
Mesela 1960-70’lerde Avrupa’da, Amerika’da Los Angeles siyah öğrenciler bir araya geliyorlar. Los Angeles’te gettolarda film yapıyorlar. Sadece yönetmen olarak film yapmıyorlar. O insanlarla birlikte film yapıyorlar.
‘Kendi dilimizi bulmaya başladık’
Afrika’da Kuzey Amerika’da böyle yapıyorlar. Bizimde Kürt sineması olarak onlara bakmamız gerekiyor. Hatta onlarla da beraber film yapmamız gerekiyor. Bize benzer halklar var. Onlardan nasıl öğrenebiliriz? Kendimize özgü bir dil nasıl bulabiliriz, kendine özgü bir film nasıl yapılır bunun arayışında olmamız gerekiyor. Kürt sinemasının henüz kendisini bulabilmiş değil. Henüz bu konuda ölçüler oturmuş değil.
Kürt sineması olarak baktığımda geçmişe göre daha fazla dilimizi bulmuşuz. Geçmişte İran ve Türk sinemasına bakıyorduk, onlar gibi film yapıyorduk. Son beş senede daha fazla Kürt sinemasına ait bir dil bulmuşuz. Ama hala öğreniyoruz. Bu filmi kim yapmış denince Kürtler yapmış denilebiliyor.
Unutmaya karşı
Şimdi yaptığımız film unutmaya karşıdır. Düşünüyordum da nasıl böyle bir şey yapabilirim? diye. Tabi kameranın bir gücü var Amerika’dan gelmişim. İnsanlarla beraber nasıl film yaparım diyorum. Belgesel de bir sloganımız var:’’ Biz, bizim üzerimizde ve hep beraber’’. Gerçekten böyle bir şey istiyordum. Sadece benim filmim değil. Böyle komünal fikir olarak sinemaya bakınca, filmin başlangıcında insanlara soruyordum bunu nasıl yapalım, sahneyi nasıl çekelim. Diye. Başlangıcı ve sonucu çok başka oluyor. Filmde geçmiş, bugün ve gelecek bir araya geliyor. O yüzden film unutmaya karşıdır. Tabi toplumda zengin bir kültür var. Benim için en önemli kısmı komünal hayatıdır. Eskinin komünal hayatını bugün nasıl yansıtabiliriz, bunu nasıl sinema diline çevirebilirim diye bir sorum vardı. Filmde insanlarla birlikte, beraber çalışmak istiyorum. Geçmiş bugüne gelecek, zaten bugünde var, sadece kameranın onları görmesi gerekir. Tabi nasıl görecek. Kürtleri böyle fakirler, mazlumlar gibi göstermek istemiyorum. Buna da karşıyım. Kürt toplumu olarak zor bir hayat yaşıyoruz. Benim filmlerdeki karakterler marjinal karakterler. Benim istediğim filmi yaptıktan sonra onlar kendilerini ekranda görünce gerçek hayatlarını onlara göstermeliyim. Yoksa onların hayalleri, onların istedikleri neydi? Filmin en büyük sorusu buydu. Eğer daha iyi bir dünya, daha özgür bir dünya olsaydı bu karakterlerin hayatı ne olabilirdi? Böyle bir sorum vardı. O hayalleri biz performans olarak sahneye taşıdık. O yüzden film sadece unutmaya karşı klasik bir belgesel değil hybrid bir belgeseldir. Belki değişik gelebilir. Bu yüzden buradaki arkadaşlar Azat deneysel çalışıyor diye. Bence belgeselcinin işi sadece gerçeği göstermek değildir hayalleri göstermektir. Daha özgür bir geleceği göstermektir. Onun vazifesi odur.
Özgür kadın sinemaya nasıl gösterilebilir
Unutmaya karşıda filmin önemli kısmı kadınlar üzerinedir. Filmin önemli kısmı kadınları üzerinedir ama Hollywood sinemasında kadınlar sadece erkeğin himayesinde, erkeğin rolü daha önemli görünüyor. Erkek egemenliğini her zaman görebilirsiniz. Unutmaya karşı kadınlar da filmin kahramanı zaten tek bir kahraman yok. Herkes bu hayatın kahramanıdır. Sadece erkeğin hikâyesi değil kadınların da hikâyesi var.
Özgür kadını sinemada nasıl gösterebilir. Kadınlar hem kamera arkasında hem de kamera önünde olması kafamızda vardı.
Son çalışmanızda geçmişten gelen gelenek ve görenekler vardı, bunlar unutulmaya yüz tutmuş değerlerdi, sözlü kültürel gelenekten gelen anlatımlardı. Siz bunları belgesel tarzda sunarak, geçmişe bir atıf yaparak hafızayı canlandırarak bir atıf yapıyorsun. Tarihi mekânlarda bunu ekranınıza yansıtıyorsunuz?
‘Kameranın gücünü kırmak istiyorum’
Walter Benjamin, geçmiş sadece geçmişte değil, geçmiş bugünde. O yüzden ben filmde de bugünde de var. Bizle beraber yaşıyor. Sadece kameranın yönünün onlara dönmesi gerekiyor. Bu yüzden bir Hollywood filmi yapmak istemiyorum. Avrupa’dan da farklı, Üçüncü sinemayı yapanlar da biz ne Hollywood gibi ne de Avrupa sanat sineması gibi film yapmak istemiyoruz diyorlar. Biz de halkla birlikte, halkın üzerinde değil.
Kamera sana bir güç veriyor. İster istemez kamerayı alıp Surun sokaklarına gittiğinde herkes, güçlü bir insan gelmiş diye bakıyor. Yönetmen olarak bu gücü nasıl yok ederim diyorum. Bu benim gücüm değil. Karakterler olmazsa benim bir gücüm yok. Gücüm onlardan geliyor. Ben böyle bir güç istemiyorum. Ben kamerayı alıp karaktere veriyorum. Kamerayı alıp Surdaki bir çocuğa veriyorum. Diyorum sen de çek. Böylece film hem kolektif kültür üzerindedir hem de film ortaklaşa ortaya çıkıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.