Yazar- Çevirmen Mustafa Aydoğan: “Anadilim kimliğimin bir parçası”
Yazar- çevirmen Mustafa Aydoğan’ın; Lîs Yayınevi tarafından çıkan son kitabı Xemname’de, ‘nerdeyse insanlık tarihi kadar eski sorular…’ soruyor. Ben de, aklım erdiğince; Xemname ve hayata dair sorular sormaya gayret ettim. Sevgili Mustafa Aydoğan’ın sorularıma verdiği yanıtlarla, yeni ve kallavi sorular doğurduğunu okuyacaksınız… Hazır ve angaje cevaplara alışık okur pek hazzetmeyecektir belki bu röportajımızı ama eleştiri ve özgür düşüncenin imbiğinden geçen dimağlar keyif alacaktır biliyorum. Bu röportajla birlikte soru sorma disiplinimiz daha bir sağlamlaşır umarım. İyi okumalar.
Hazırlayan: Metin Aydın
“Xemname” kitabı nasıl doğdu?
Her şey 15 Nisan 2010 yılında bir mektupla başladı. Babamın ölüm yıldönümünde yazmış olduğum ve birçok internet sayfasında aynı günde yayınlanan “Nameyek ji Xemistanê” adlı yazımla tasarlandı Xemname. On yıllık bir zaman diliminden söz ediyorum. Sözünü ettiğim yazıma gelen olumlu tepkilerin bazılarında, yazıyı daha bir genişletmeye, hatta bir kitap çalışmasına dönüştürmeye yönelik önerilere, telkinlere, bir dostumun, ‘Önce yazının uzunluğu gözümü korkuttu. Ama daha sonra neden bu kadar çabuk bitti.’ diyen notu da eklenince, Xemname’yi yazma süreci de başlamış oldu. Xemname’nin ardında kuşkusuz yaşanmış bir hayat ve çekilen acılarda anlam bulma çabasının yanı sıra, kimliğimin bir parçası olan ana dilim var.
Xemname’de kendisine mektup yazılan baba; babanız, sadece nasihatler etmiyor size… Bir dilin/milletin inşa serüvenini, neredeyse harf harf formüle ediyor… Kitapta sizinle konuşan/konuştuğunuz biyolojik babayla, kitapta karşımıza çıkan “inşacı baba” tipolojisi arasında kurulan edebi dilin (kurgunun) gerçek hayatta bir karşılığı var mıdır?
Burada söz konusu olan edebi metinlerdir... Bilirsiniz ki, bu tür metinlerde önemli olan, dilin büyülü gücü, olanağı ve edebiyatın sunduğu tanrısal gücün birleşmesiyle anlatılmak istenenin bir yeniden yaratım sürecine konu olabilmesidir. Bu metinlerde, söz konusu tanrısal gücün sunduğu olanaklarla bazen babam ben olur, bazen de ben babam olurum... “Biyolojik baba ile “inşacı baba” arasında kurulan edebi olduğunu belirttiğiniz dilin gerçek dünyadaki karşılığıyla ilgili sorunuzun yanıtı, Xemname’yi oluşturan metinlerin sözünü ettiğim özelliklerinde aranmalıdır. Evet, Xemname’de dertleşen, sorular soran, hayallerinden ve umutlarından söz eden bir baba-oğul diyaloğuyla karşı karşıyayız. Aslında daha önce de, kendi kimliğim de içinde olmak üzere, bir çok konuda soru sorardım, ancak sürgünde bu türden soru sormalar daha bir arttı. Babam hayattayken de bu sorularımı yöneltirdim, öldükten sonra da onunla ilişkinin bir yolu olarak, bu türden soruları edebiyat limanından pervaz eden ana dilimin kanatlarına yükleyerek sormayı sürdürüyorum. Karakterlerimizin ilk yapı taşlarının ailelerimizde oluşmaya başladığını söylemeye gerek yok sanırım. İlk öğretmenlerimiz olan genetik mirasını devraldığımız ailelerimizin bizlere öğrettiği bilgilerden çok, onlarla kurabildiğimiz sevgi bağının iyiyi ve kötüyü algılayışımızda, doğru ve yanlış olgularımızı belirlemede olumlu ve olumsuz rolünün olduğu tartışılmazdır. Benim babam, her birimizin babası, her bir çocuğun babası olan babaların çocuklarına aktaracağı bilgiler, öğretecekleri kendi bakış açıları ile görüp duyumsadıklarını aktarabilmekten ibaret ve bu bilgi türü yanılgıya da, tartışmaya da oldukça müsait… Yanılmaz olan bilgi türüyse, sevdiğini ve sevildiğini bilmek… Bu sağlam bilgi ışığında boy veren insan zamanla kendi perspektifini oluşturur. İlk bilginin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, vefasızlığın kol gezdiği bir dünyada özenli bir vefanın, zemine duyduğu güvenli bir sevginin, ana dili gibi bir mirasa olan aşkın minnettar yüzlü bir teşekkürün adı Xemname olur oğuldan babaya, babadan oğula…Yine sizin deyiminizle “biyolojik baba” ile “inşacı baba” arasında edebi dil bakımından kurulan ilişkiye bu perspektiften bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Kızıltepe’nin (ısrarla yinelediğiniz, Dineser’in) bugünkü durumunu; Zerzevan Kalesi ve Hasankeyf gibi tarihi mekânlarla aynı kadraja koyarak, parçadan bütüne doğru büyük bir fotoğraf çekmeye çalışmış Xemname... Bu netlikte bir fotoğraf; tek tek parçalardan bir bütüne doğru neşet ediyor diyebilir miyiz?
Mekanla kurduğum ilişkilerde parçadan bütüne doğru büyük bir fotoğraf çekilmeye çalışıldığına ilişkin saptamanıza katılmamak olanaksızdır. Zaten sorunuzun içinde de benim yerime verilmiş bir yanıt bulunmaktadır. Burada insan mekan ilişkilerinden yola çıkarak insanların emeğinin somutlaşması biçimindeki değerlerimizin hafızasının korunup canlandırılmasının son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Hafızanın kayba uğraması toplumların geleceğini tehdit eden bir özelliğe sahiptir. Çünkü hafızasız bir toplumun geleceği de olmaz. Geçmişi olmayanın geleceğinin olamayacağı gibi… Hafızasız toplumlar benliksiz toplumlardır, varlığı tartışılır toplumlardır. Bu nedenle unutturulmaya çalışılan her türlü kültürel ürünün tarihsel tanıklığına gereksinim var... Acısıyla, sevinciyle yaşanılmış bir geçmiş, bu geçmişten çıkarılması zorunlu dersler, edinilmesi gereken deneyimler var… Bu nedenle Xemname toplumsal belleğimizi yüklenen değerlerimizi, şehirleri, kaleleri, köprüleri, pınarları, dağları, ovaları, Mezopotamya’nın boynundaki gerdanlığı, ağaçları, hatta mezarlıkları konuşturmaya çalışarak hafızalarını harekete geçirmeyi denemekte, tarihsel tanıklıklarının önemini dile getirmektedir. Çünkü unutturulmaya karşı bir direniş alanı olarak gördüğüm doğal ve kültürel ürünlerimizin anlattıkları, resmi tarihe bir nevi karşı koyuş olacaktır. Hafızanın korunması özellikle sürgünde yaşayan biz yazarlar için daha hayati bir öneme sahiptir. Yıkılmış, ortadan kaldırılmış mekanlar bile biz sürgünlerin hafızasında varlığını sürdürür. Acıların ve özlemlerin dayanılmaz ağırlığı altında inleyen yazarlarımız bunları yazıya döküp paylaşarak, onlarla baş etmeye, yaralarına sürülecek bir merhem bulmaya çalışır. Ben de çocukluğumu ve yarım kalmış gençliğimi, insanlarımızın yaratıp biçimlendirdiği ve daha sonra içinde geliştiğimiz kültürel ortama dönüşen mekanlarımızda aramaya çalışıyorum. Bu anlamda karşılıklı bir ilişkinin izini sürüyorum. Mekanların tarihin izlerini sürmemdeki desteklerini, kullandıkları dili ve dahası, insanlarımızın tarihsel bilinç düzeyine ve duyarlılıklarına yönelik eleştirileri ve yakınmalarını duyarsınız Xemname’de. Mekan hafızalarını yoklamalardan bana geçenler, dertlenmeler, kederlenmeler, hüzün ve yas iç içeydi... Bazen düşündük hep birlikte, bazen ağlayıp yasını tuttuk kaybedilenlerin, gözyaşlarımız sele döndü, hıçkırıklarımız boğazımızda düğümlendi. Bazen birlikte yanıp tutuştuk, bazen yakındık, şikayetlerimizi haykırdık, bağırıp çağırdık, çığlık attık tüm gücümüzle. Bazen teselli ettik birbirimizi, bazen sürgün edilenlerin arkasından, sevgili editörüm M. Mahsum Oral’ın deyimiyle, su bile dökemedik. Kuşkusuz sadece kederlenmedik, yalnızca ağlayıp sızlamalarımızı birlikte dinlemedik, hep tüm gücümüzle bağırmadık, bunun yanı sıra, hayallerimizi ve umutlarımızı da hep birlikte yaralarımıza merhem etmeye çalıştık, yarına olan inançlarımızı dile getirdik. Sarıldık mekanlarla birbirimize...
Kayıp ve neredeyse tarumar bir mitik (masalsı) diyarın izlerini adım adım süren bir tarihçi; arkeolog, siyasetçi, dengbej, dilbilimci ve deneyimli kaleminizle, çocukluk hayallerinizi, aslında geçmişte kalanı, yeniden var etmeye çalışan bir çağdaş yaratıcı olarak kullanmanız; tarihin sonunun tartışıldığı bu gösteri dünyasında, suya/havaya yazılmış olma tehlikesi taşımıyor mu? Böyle bir tehlike karşısında; Xemname’de de altını kalın kalın kalın çizdiğiniz anadil/iniz (Kürtçe) ne söylüyor okuruna?
Kalan bir gün dahi olsa, değer… Çünkü bir olguya anlam yüklerken, ne kadar yaşanılır, yaşatılabilir olabileceğinin daha bir önem taşıdığını düşünüyorum. … Aslında burada, “Kürt tarihinin mi, insanlık tarihinin mi, resmi tarihin mi, ya da resmi olmayan tarihin mi sonu” diye size sormam gerekiyor. Ancak hangi tarihin sonu tartışılıyorsa da, ne ana dilimin varlığının gerçekliğini, ne de ona yüklediğim anlamı değiştiriyor. Böyle hayati bir öneme sahip olan bir olguyu sahiplenme ve uğradığı tarihsel haksızlığı giderme çabasının ‘suya, havaya’ yazılması düşüncesine katılmasam da, varsayımınızdan yola çıkarsak, ayrıca ‘suya, havaya’ yazılanların da okunması gerekmiyor mu? Öte yandan neden bu gösteri dünyası sadece Kürtçenin aleyhine işlesin? Geçmişte kalan ne? Kürtçe mi? Ana dili Kürtçe olan bir insan olarak değil, bir aydın olarak bu kaygıyı siz de taşımıyor musunuz? Eğer sözünü ettiğiniz “son”, insanlık tarihinin sonu ise, bildiğim kadarıyla bu iddia bugünlerde pek fazla taraftar bulamıyor. Francis Fukuyama’nın 1989 yılında yazdığı bir yazıyla gündeme gelen bu iddiaya göre; tanık olunan şeyin tarihin sonu olduğudur. Yayınlandığı günlerde çok geniş yankılar bulmuştu. Fukuyama, insanların ideolojik evriminin son noktası ve insanın yönetiminin son şekli olarak Batı liberal demokrasisinin evrenselleştirilmesini ileri sürüyordu. “Tarihin Sonu” geldi diye haykıranlar tüm sorunların çözüm bulduğunu iddia ediyorlardı. Bu iddia ve yapılan tartışmalar 21. yüzyıla gelindiğinde, önemini yitirmiş görünüyor. Kuşkusuz bu çok yeni bir iddia değildir. “Tarihin sonu” iddiasına “tarihin sonu ertelendi” saptamasıyla yanıt veren Yuval Noah Harari’nin deyimiyle, Dünyaya yön veren merkezler, bugüne kadar tüm dünyanın geçmişini açıklama ve geleceği ön görme iddiası taşıyan üç anlatı formüle ettiler. Peki ne oldu? Artık insanlığın bu tür iddialara karnı tok ve seçenek arayışlarıyla ilgili tartışmaların sürdüğü bir gerçek… Aslında dayatılan temel özellik, küresel politikaların üstün kılınmasıyla dünyanın kültürel tek düzeliğe doğru itilmesidir. Bahsettiğiniz iddianın sahibi bile bugünlerde ortada pek görünmüyor, ancak sizi bu konuda sahibinden daha fazla heyecanlı görüyorum.
Dağ, taş, dere, sokak, tepe vb. hemen her yer; Kürtçe yazılmasının dışında, sanki yeniden yaşam buluyor Xemname’de... Dil mevzusundaki alkışlanacak inadınız; bu dili hayattan silmek isteyenlere karşı bir “savunma psikolojisi” değilse eğer, her yerde anadilinizi arama, onda derman bulma gayretkeşliğiniz, bir dil ormanı olan bu kadim toprakların ruhuna halel getirme veya karşıtına benzeme riskini taşımaz mı?
Sevdiği şeyi korur insan. Kendinden bile... Sevgiyi de korur; sevgisiz olan her şey ve herkesten... Herkesin ana dilini sevmesi kadar doğal bir hak olamaz kuşkusuz. Bu hakkı sonuna kadar desteklemek gerekir. Ben de herkesin ana dilini sevdiği kadar seviyorum ana dilimi. Bundan daha doğal bir şey olamaz. ‘Derin (N)akışlı Sular’ adlı kitabımda dile getirdiklerimin bu konudaki bakışımı anlatmaya yeterli olduğu kanısındayım. “Çünkü ben diğer dillerle ilişki kurarken ‘canlı, elvan ve gürül gürül’ olan dilimden kopmadım. Tersine, diğer diller onu daha çok sevmemi sağladı. Hiçbir dile düşmanlık beslemiyorum. Böyle bir duyguya yabancı olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik dünyaya açılan değişik pencerelerimi, yani konuşabildiğim dilleri de çok seviyorum. Onlardan entelektüel gıdamı almaya da devam edeceğim. Ama nerede olursa olsun, ana dilimi benden çalmaya, beni ilk penceremden koparmaya çalışan her eyleme karşı olduğumu haykırmayı çok önemsediğimi belirtmek boynumun borcu.” Sizin tabirinizle dil ormanında bulunan ağaçların kendi renklerini, özelliklerini korumalarını istemem, öz varlıklarına, haklarına duyduğum sevgi ve saygı sadece ana dilimle sınırlı olsaydı, karşıtlarına benzeme riski taşıyabilirdi. Oysa ben her dayatılan dilin, ki bu benim anadilim de olsa, asimile etmeye yönelik her davranışın, dayatmanın karşısında olduğumu her fırsatta dile getiriyorum… Bu ormanda var olan rengarenk ağaçları sulayacak dimağlara, kökleri toprağına sımsıkı bağlı olan kendi dil ağacımı da ancak sulayarak çağrıda bulunabilirim. Yine sözü edilen kitabımda dediğim gibi, “Çocukluğumda benden çalınmak istenen, gençliğimde farkına varıp geri almak için didindiğim, uğruna coşku dolu yıllarımı, doyasıya yaşayamadığım sevgi yüklü anlarımı adadığım, bundan ötürü de hırçın dalgalarla boğuşmak zorunda kaldığım, mayınlı tarlalara sürüldüğüm” ana dilimin fırtınalara maruz bırakılmış dallarını, yapraklarını sarma gayretim, “savunma psikolojisi’’ mi, yoksa yaşatma eylemi olarak mı okunmalı? Ana dilimi savunma, ona derman bulma gayretkeşliği ile karşıtlarına benzeme riskini nasıl bağdaştırabildiğinizi anlamakta zorluk çektiğimi özellikle söylemek istiyorum. Çünkü bu konuda yapılan kimi eleştirilerin asıl hedefi sanki asimilasyonun kendisi ve bir asrı aşkın bir inkâr politikasıyla en temel bir hakkın gasp edilmesi değilmiş de, daha çok asimilasyona maruz bırakılıp ortadan kaldırılmak istenen bu dile yapılanlara karşı çıkanlarmış gibi geliyor bana. Üstüne basa basa söylüyorum; dil yasağının hiçbir gerekçesi olmaz. Bu, kabul edilecek bir şey değildir. Hangi bahaneyle olursa olsun, dil inkârının sonuçlarını iliklerine kadar yaşamış bir insan ve yazar olarak her türlü dil yasağına karşıyım. Bakınız, çok açık söylüyorum, Kürt olmasaydım da, Kürtçeye bir asırdan fazladır yapılan zulme ve haksızlığa sessiz kalmayacağımdan, dünyanın daha bir fakirleşmesini engellemek için de insani sorumluluğumu yerine getirmeye çalışacağımdan kuşkunuz olmasın. Ayrıca dillerin birbirleriyle sorunları olmadığını düşünenlerdenim. Asimilasyon aracı olarak kullanılan dillere ilişkin de, dilin kendisine değil de, onun kullanılış biçimine, başka bir dili ortadan kaldırma aracı olarak kullanılmasına karşıyım. Bir dilin başka bir dili ortadan kaldırmak için kullanılmasının, aynı zamanda o dile de yapılmış bir hakaret olduğunu yıllardır dilimde tüy bitercesine söylüyorum. Çünkü diller tarihin ambarları, kültürün, entelektüel zenginginliklerin taşıyıcıları... Her bir dil yok olunca, dünya daha bir fakirleşiyor. Dile ilişkin değerlendirmelerime dayanan yaklaşımım, “kadim toprakların ruhuna halel getirme”nin aksine, bu toprakların ruhunu besleyip daha da zenginleştirecek bir dil kucaklaşmasını ve dillerin kardeşçe bir arada yaşamalarını sağlayacak koşulları yaratmayı ön görmektedir. Böyle bir ortamda, karşıtına benzeme riski neredeyse sıfırlanır. Kürtçenin hâlâ ötekileştirildiği bir dönemde, bana bir Türkçe dayatması gibi gelen kimi tutumların farkında olduğumu söylemeliyim. Çünkü Türkçeyi kullananlar böyle bir şeye maruz kalmıyorlar. Ben de Türkçeyi kullandığımda böyle bir şeye maruz kalmıyorum, yalnızca Kürtçe söz konusu olduğunda karşılaştığımı söylemeliyim. Bu sorunuzun yanıtını şöyle tamamlamak istiyorum; ana dilim kimliğimin bir parçasıdır, onu kaybedersem kimliğimin bir parçasını kaybetmiş olurum. Nelson Mandela’nın “Bir adamla anladığı bir dilde konuşursanız, beynine gider. Onunla kendi dilinde konuşursanız, kalbine gider” diyen sözlerini anımsatarak, Sesimi bulduğum, soluğumu denediğim bir eser olduğuna inandığım Xemname’de dili Kürtçe olanların sadece beyinlerine değil, kalplerine de hitap etmek istedim. Aramızdaki gönül köprüsünün kurucusu, kalbin yolunu bilen bu dildir.
Mardin/Kızıltepe (aslında Erban Köyü) ile kurduğunuz iletişim dilini pisepis, yani bir nevi “mırıldanma” olarak kullanıyorsunuz… Bu mırıldanma halini, dışarıda kopan kuru gürültüye karşı “yeni bir dil” olarak okumak mümkün müdür?
Belki “pisepis” sözcüğünün “fısıltı”dan çıkıp “mırıldanma”ya doğru bir anlam kaymasına uğradığını düşünerek böyle çevirmiş olabilirsiniz, ama buna rağmen Kürtçedeki “pisepis” sözcüğünün Türkçeye mırıldanma olarak değil de, fısıltı olarak çevrilmesinin daha doğru olacağını belirtmek istiyorum. Aslında fısıltı en saf hâliyle sırdaşlığın dilidir. İçtenliğin sesidir. Ancak Xemname’de rastladığınız fısıltı, açıkça söylemek gerekirse, içtenlik ve sırdaşlık özelikllerine rağmen, dışarıdaki gürültüye karşı “yeni bir dil” biçiminde değil de, daha çok farklı nedenlerle gündeme gelmektedir. Xemname’de fısıltı sözcüğüne üç mektupta rastlayabilirsiniz. Bunlardan biri “Bîyanîyek Li Bajarê Xwe”dir (Kendi Şehrinde Bir Yabancı). Söz konusu mektupta zamandan söz edilirken, “Zamanımız sona erinceye dek dinleyivermeyi sürdüreceğiz, fısıltıyla bile olsa, her zaman olduğu gibi kulaklarımıza eski izlerin haberini verecek, anılarımızdan söz edecek ve biz de geleceğe ilişkin hayallerimizi açıklayıp düşlerimizi onunla paylaşacağız. “Bir diğeri de “Keleya Zêrzewanê Dinale” (Zerzevan Kalesi İnliyor) adlı mektuptur. Burada tarihin tozuna banmış, güçlükle tanınabilen, zamanın yorduğu, maruz kalınan saldırılardan, yaşadıklarından ötürü takatten düşmüş, güç bela ayakta duran tarihsel değerlerimizden Zerzevan Kalesi konuşamayacak durumda olduğu için fısıldamak zorunda kalıyor. Bu mektupta, “Beni gördüğünde ağlamaklı oldu. Etrafına baktı, sallanıyordu, güçlükle yürüyordu. Sızlanıp inleyerek bana yaklaşıp kulağıma fısıldadı.” deniliyor.. Üçüncüsü ise Evdalê Zeynikê ile ilgi olan “Nebînayekê dilbikul” (Gönlü Yaralı Bir Âmâ) adlı mektuptur. Bu mektupta; “Seydo’dan sonra fısıltıyla hep ‘Evdal âmâ olduğunda dili vardı. Benim ise gözlerim var, dilim yok.’ diyordun.” deniliyor. Babam her ne kadar “dilim yok” diyorduysa da, aslında sesi yoktu. Çünkü hastalığından dolayı boğazında bir delik açılmıştı, konuşamıyordu, bu nedenle ancak fısıldayabiliyordu.
Uzun yıllar yaşadığınız sürgünlük sonrasını; Mardin/Kızıltepe’nin (Erban Köyü’nün), “…susuz bir kuyu/ ne bir dalından yaprakların dökülüp tekrardan yeşerdiği…/, gülün açmadığı…/ dalgaların sularına darıldı ve tekrar yükselmedi…” gibi, kanımca pesimist (karamsar) cümleler, Xemname’nin başından sonuna değin, Xemname ismine (Hüzünname) yaraşır şekilde sürüp gidiyor... Baktığınız/geldiğiniz yerden; iyimser olmak için elimizde bir şey yok mu?
İzin verirseniz, sorunuzun yanıtına, sözünü ettiğiniz cümlelere iki cümle öncesini de ekleyip Türkçesini de vermeye çalışarak başlamak istiyorum. “Keleya Zêrvanê”ye ait sözlerin “Çivîk çûn û nema vegerîyan. Dar hişk bûn û nema kulîlk dan.Pel ji pertavê ketin nema şîn hatin. Gul nema vebûn. Pêl ji avê xeyidîn, nema lê rabûn.” (Kuşlar gidip bir daha dönmedi. Ağaçlar kuruyup bir daha çiçeklenmedi. Yapraklar takatten kesilip, bir daha yeşermedi. Güller bir daha açmadı. Dalgalar suya darılıp bir daha yükselmedi). Pesimist (karamsar) cümlelerin Xemname’nin tümünde geçerli olduğunu ileri sürdüğünüz için yanıtımı da bu genellemeye bağlı olarak vermeye çalışacağım. Yaşanamayan zamanların biriktirdiği özleme, hayata son noktayı koyan ölüm gibi bir olaya gerçekçi yaklaşımın cümleleri kuşkusuz hüzün yüklü cümleler olacaktır. Bu, olaylara gerçekçi yaklaşımın bir gereğidir. Hüzünlü insanların pesimist olduğu gibi yanlış bir algının, daha doğrusu, bu konuda bir önyargının varlığının farkındayım. Ama ben her zaman üstüne basa basa “acıdan hayat damıtmayı” ilke edinen bir insan olduğumu söylüyorum. Bu pesimizmin panzehiri olsa gerek... Ayrıca ünlü şairlerden birinin, “İçinize hüzün akıtın iyimser olun” dizesini de bu konudaki savı destekler nitelikte bulduğumu belirtmeliyim. Geçmiş ile yitmiş ve yitirilmiş arasına hüzün bağdaş kurar oturur. Özlemek ile acı duymak arasına köprü olur en küçüğünden en büyüğüne anılar, hele bir de sürgünseniz... Tekrarının olmayacağını bildiğiniz aynı zamanların yanı sıra, aynı tatların, aynı kokuların, aynı insanların aynı yerlerde olmayacağının farkında olmak... işte hasretin sitemi, iste hüznün nedeni... Her insan hayatı farklı bir biçimde görür ve farklı bir biçimde algılar. Xemname’nin cümleleri de benim hayatı nasıl görüp algıladığımı belirten cümlelerdir. Benim yasım patolojik bir yas değil, kayıpların en acı olanına, ölüme bir tepkidir. Hüznüm yaşanılanların etkisinin, öneminin bir sonucu; sarsıcı bir kayıp, yüreğimin yanık hâli, acının bana yapışan duygusu, bir özlem, bir keşkenin dışa vurumu, gözleri ıslak bir gülümsemedir. Hüznüm acıya bandırılmış kalbimin sessiz çığlığı, bakışlarıma yüklenmiş acı bir teselli... Bundan ötürü yası yaşam biçimi hâline getirmeden tutmanın, yaşananlardan kaynaklanan hüznü betimlemenin, bu konudaki duygularını dile getirmenin insani bir durum olduğunu, ancak yası yoksamanın da ruh sağlığı bozukluğuna işaret olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle hüzün dili deseydiniz anlardım. Çünkü sözünü ettiğim yıkıcı etkilerini iliklerimize kadar yaşadığımız olaylara ilişkin hissedilenler hüzün ve yas ile ilgilidir. Xemname’nin hüzünlü cümlelerine umut ve hayaller eşlik ediyor. Xemname’de umut var. Umuda yönelik her saldırıya bir göğüs germe var. Pesimist cümlelerde umut bulamazsınız. Bundan dolayı ancak hayatta hüzün ile karamsarlığın ayrımında olamayanlar Xemname’nin söz konusu cümlelerini karamsar cümleler gibi görebilme ve kötümser gibi algılama riskini taşıyabilir. Hayallerinin peşinden koşan, düşlerinin gerçekleşmesi için sürekli bir çaba içinde olan, her yerde güzel bir geleceğe, yarına ilişkin umutlarını dile getiren birinin cümlelerinin karamsarlıkla ilişkilendirililmesini anlamakta güçlük çektiğimi belirtmek istiyorum. Çünkü “Duygu ve düşüncelerimi sesimin dalgalarına bindirip, umutlarım ve hayallerimle bezeyerek kalemime teslim edip sana bu mektubu yazıyorum, babacığım” diyerek başlayan Xemname, hemen hemen her bölümde, yazarın duygularının dillendirildiği her çaresiz gibi görünen durumda, umutlarına ve hayallerine sarılarak direnmeyi sırtında taşıyan cümleleriyle doludur. Bu nedenle, aslında Xemname’nin, kişilerin düşünce süreçlerini esir alan ve duygusal sağlıklarını çok olumsuz bir biçimde etkileyen pesimizmle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Tam tersine, yaşanan her türlü özleme, acıya, yıkıma ve ölümlere rağmen Xemname, kendini tanımaya çalışma eyleminin, umudu yitirmemenin, hayata gülümseme çabasının, yarınlara olan inancın, geleceğe iyimser bakışın da adıdır. “Baktığınız yerden, iyimser olmak için elimizde bir şey yok mu?” diye soruyorsunuz. Evet, Xemname’de, sarsıcı olaylardan, sarsıcı yaşanmışlıklardan söz ediliyor. Ama kara bulutlarla, hüzünle, yasla ve özlemle birlikte tarihsel bilinçten, hayallerden ve umutlardan da söz ediliyor. Edebiyatın ve dilin gücüne dayanarak daha çok insan olmaktan söz edilen Xemname’de, hüzün ve iyimserlik birbirine gülümseye çalışır. Bu nedenle daha önce söylediklerimin tekrarı olma riskini taşımasına rağmen, şunu sormadan edemiyeceğim: Geçmişi özlemle anıp geleceği düşlüyor olmak, hayaller kurabilmek, hayalleri olan insanlarla birlikte olmaya çalışmak, kendi hayallerimizin gerçeğe dönüşmesi yolculuğunda bu insanlarla yarınlar umudunu diri tutmaya çalışmak, hayatta iyimser olmak için yeterli değil mi sizce? Yaşamı anlama ve anlamlandırmayı edebiyatın ve dilin gücüyle paylaşma çabası, iyimser olmanın göstergesi değil mi? Bu iyimserlik değilse, iyimserlik nedir sizce?
“Mal mektebi” öğretisinin rahle-i tedrisatından geçiyor Xemname’deki yaz/ılanl/ar… Tarihi ve kültürel (folklorik) öğelerin Xemname’ye çok güzel yedirildiğini de okuyoruz... Böylesi bir ruhun sindiği kitapta; Yazar Mustafa Aydoğan, köklerini arama yolculuğunda, kendisine mektup yazılan merhum babayı neden “imdadına” çağırıyor?
Telaştan çok, özlem ön planda... Yanıtları aranan yığınla soru gündemde... Burada eski olan ve gelenekle süregiden bir yaşam değil, birbirimize değerlerimizle bağlı olduğumuz yeni dünyaya daha güçlü geçiş aşamasından söz ediliyor… “Mal mekteb e” (Ev okuldur), Kürt kültüründe yaygın olarak kullanılan bir deyiş. Kişiliklerimizin biçimlenmesinde kültürel mirası ilk devraldığımız mekan kuşkusuz doğup büyüdüğümüz evdir. Bize sunulan ilk ortam, ilk çevre budur. Ancak burada kişiliklerimizin tüm özelliklerinin biçimlenmesini sadece eve bağlamak doğru değildir. Çünkü kişiliklerimizin oluşumunu genetik ve kültürel mirasımız birlikte belirleye bilmektedir. Söz konusu oluşum ne yalnızca genlerimizin ürünü, ne de yalnızca yetiştiğimiz kültürel ortamın ürünüdür. Bunun için genetik yapımız ile yetiştiğimiz kültürel ortamın etkileşiminden söz etmek gerekiyor. Mirasını devraldığım ortamda yetişen biri olarak, ‘iyi ki babam öldü de kendim olabildim’ diyenlerden olmadığımı da ayrıca belirtme gereğini duyuyorum. Bunun yerine ‘iyi ki babam vardı da ben kendim olabildim’ demek istiyorum. Xemname’de baba-oğul ilişkisinin bu karakteri çok açık bir biçimde görülüyor. Evet, babaların büyük çoğunluğu gibi, babamın da hayatı ve dünyayı algılayışını aşılama çabasında olan özelliğinden söz edebilirim, ancak zaman zaman kendim olma çabamı tam onaylamazsa da, engel olmaya çalışmayan bir ilişkinin daha ön planda olduğunu söylemeliyim. Babamın ölümü, kimilerin dediğinin tersine, benim için bir şans değil, acı bir kayıp... Ayrıca yokluğuyla hayatımda büyük bir boşluk yaratan babamla yalnızca yaşadıklarımız için değil, arzulayıp da yaşayamadıklarımıza olan özlem, keşkelerimizi koşullandıran istem ve duygulara tercüman olan ana dilimizle eskiye nihilistçe yaklaşmadan, yeni dünyaya daha güçlü geçiş içinde ilk öğretmenimin yanımda olmasını istiyor, manevi desteğine olan gereksinimimi belirtiyor, sizin deyiminizle “imdadıma” çağırıyorum. İzin verirseniz, “Mal mekteb e” demişken, sorular sorup yine sizin deyiminizle “imdadıma” çağırdığım babamla ilişkimize, yeri geldiği için biraz daha değinmek istiyorum. Sevgiden yoksun bir ailede büyümedim. Sevgiyle büyüdüm. Her şeyi sadece aile bireyleriyle değil, başkalarıyla da paylaşma ve dayanışmaya çok önem veren sevginin ve içtenliğin beslediği sıcak bir yuva oldu aile benim için. Anlattıklarımdan da pek sorunlu bir baba-oğul ilişkisinin olmadığı çok açık anlaşılmaktadır. Elimde kalemi gördüğünde ünlü bir yazar gibi oğlunu dövecek kadar ileri giden bir baba yerine, bundan mutluluk duyup övünmekle kalmayan, hatta hayattaki keşkelerini onunla azaltmaya çalışan bir baba tutumundan söz etmek lazım. Yani bir baba iktidarını deneyimlemedim. Babam otoriter ve güçlü baba olmaya hiç çalışmadı. Buna bağlı olarak başka kişiliklerde olduğunun tersine, isyanıma neden olabilecek güçlü bir iktidar arzusu da hiç olmadı. Bu nedenle birey olmak için babamı öldürmem gerekmedi, bilakis varlığı benim için hep avantaj oldu. Kuşkusuz yaşadığımız toplumun genel özellikleriyle çelişik bir aile ortamından söz ediyorum. Bu açıdan şanslı olduğumu söylemem gerekir. Böyle bir babanız olsa, Xemname gibi bir eserle anmak istemez miydiniz, köklerinizi aramada imdadınıza çağırmaz mıydınız?
Tarihi ve kültürel (folklorik) öğelerin Xemname’ye çok güzel maz ettiğini söylemek mümkün. Ancak dünden bugüne, bu hususların günümüz şartlarına uyarlanmasında (güncellenmesinde) handikaplar yok mu?
Tarihe ışık tutabilecek, sosyal ve kültürel kökenlerimizi aydınlatabilme özelliğine sahip, tarihimizin izlerini taşıyan bu türden öğelerin korunup yönetilmesi, günümüz koşullarına uyarlanması, kendini bilen ve kişilikli bir toplum olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu konuda çağın ruhuna uygun zorluklar var. En başta da değişen, ekonomik ve sosyal koşullar... Bizim gibi ülkelerde asimilasyon ve dejenerasyonun etkisi, kendinden uzaklaşmanın hızla yaygınlaşması, tarihsel bilincin zayıflığı vesaire bu yolda handikap da oluşturmaktadır elbette. Bu nedenle bu alanda çok iyi bir yerde olduğumuzu, maalesef düşünemiyorum.
“Ölüm” ve “yaşam” hakkında hakikatken çarpıcı değerlendirmeler var Xemname’de… O yüzden de başka dillere (özellikle Türkçeye) çevrilmeyi ziyadesiyle hak ediyor… “Zavallı ve zayıf olanın yaşam; güçlü olanın da ölüm” olduğunu imliyor ve bu iki hususta (yaşam/ölüm) çok önemli sorular soruyorsunuz. İnsanlığın cevap bekleyen bu ahir zaman sorularına nasıl cevap olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Sizin de söylediğiniz gibi sorular soruyorum, nerdeyse insanlık tarihi kadar eski sorular… Yaşam ve ölüm var olmaya devam ettikçe sorulmaya devam edilecek sorular... Yani ta ki yaşam ve ölümün savaşında yaşam kazanana dek sorulacak, yanıtları aranacak sorular…. Ahir zaman özellikleri var mı, bilemem ama her zamanın sorularını soruyorum ve düşünen her insan gibi soru sormayı sürdüreceğim. Daha çok insan olmak için sorgulama yeteneğimizin daha çok ön planda olması gerekmez mi? İnsanlık tarihinde ilk başlarda ölümün olmadığını, yaşlanma olgusunun da bulunmadığını ileri süren bilim insanlarının düşünceleri kuşkusuz ilgimi çekecek ve bu konudaki soru sormaları daha bir özendirecektir. Hele ölümsüzlüğün gizemine ilişkin savlar, rahmin ölümsüzlükle ilişkilendirilen özelliğiyle telomerlerle ilgili bilgiler, ölüme karşı yaşamın umutlarını artırmaktadır.
Dünyanın başına musallat olan korona virüsün yaşadığımız coğrafyada yeni bir durum olmadığını ve aslında yaşanan kötülüklerin bir devamı olduğunu söylüyor Xemname... Korona virüsle bugünü nasıl buluşturdunuz?
Ölüm yeterli bir duygu değil mi? Ölüm korkusu Covid-19 ile yaşadıklarımızı buluşturmaya yetmiyor mu? Her evde bir travmaya rastlanılmıyor mu? Her yerde bir kaygı yok mu? Covid-19 adıyla yaşama musallat olan bu ölüm belası sınır tanımıyor. İnsanlar yaşamlarını koruma telaşında. Sosyal izolasyon, karantina, sokağa çıkma yasağı bir yaşam biçimi hâli olma yolunda... Bu yaşam biçimine en kolay ve çabuk ayak “uydura bilme özelliğini” Kürtlerin gösterebileceğini düşünüyorum. Çünkü biz bu konuda yeterince “eğitimli” sayılırız. Sokağa çıkma yasakları benim kuşağımın günlük hayatının bir parçasıydı. “Sağ olsunlar” sıkıyönetimler, darbeler, olağanüstü hâller bu konuda bizi “eğitmek” için çok çaba sarf ettiler(!). Sosyal izolasyona onların sayesinde alıştık(!) Bakınız, Covid-19 döneminde, bu konuda bir sıkıntı çekmiyoruz(!). Bu nedenle bu türden unutulmayan yaşantısal anılar her evde vardır. Her evde bir travma vakası tespit edebilirsiniz. Yeni olan, bizim hayatımızda bir “kültür” hâlinde varlığını sürdüren uygulamaların, bu kez bizimle sınırlı kalmayıp diğer ülkelere de “kültür ihracı” olarak yayılmış olmasıdır. Faturası çok ağır olan bu dönemin, bizim daha önce neler çektiğimize ilişkin insanlarda empati özelliğinin gelişmesini de etkileyeceğinden kuşku duymuyorum. Ortaya çıkışıyla ilgili savları, spekülasyonları ve bu konudaki bilgi kirliliğini bir yana bırakırsak, yaşamı felç eden, her gün çok sayıda can alan, kimi ülkelerde bir günde binlerce hayata son veren bir virüs ile karşı karşıyayız. Toplu ölümler her gün karşılaştığımız normal olaylar hâline gelmiş. Tüm hayatımızı değiştiren çok acı ve zor bir süreçten geçiyoruz... Ölümün kol gezdiği, ölüm korkusunun herkesi sardığı, herkesin evinin bir sığınağa dönüştüğü bir zaman dilimi... Ölüme en çok “alıştırılan”, sürekli ölüm korkusu ile yaşayan bir coğrafyanın çocukları olan bizler, bir yandan insanlık için kaygı duyduğumuzu, insanların yaşamlarını kurtarmak için çırpındığımızı, Covid-19’un aldığı canların yüreklerimizi yaktığını, ocaklar söndüren bu cihani belaya acil bir çözüm umut ettiğimizi belirtirken, diğer yandan ölümün kol gezdiği durumların, maalesef bize çok yabancı olmadığı gerçeğini de, herkesin bilmesi için dile getirmemiz gerekiyor.
Xemname’de baban(ız)ın ölümünü, “Deryaya xemanda difetisim”, yani “üzüntü deryasında boğulmak” şeklinde betimliyorsunuz… Bu durumdan kurtulmak mümkün mü?
Elbette bu acı deryasından kurtulmak mümkün değil. Bu deryada yüzebilmeyi öğrenerek bu acıyla başa çıkılabilir ancak insan. Başa çıkmak zorunda olduğumuz her gerçeklik gibi... Bu acıya sevgiyi ve özlemi yaşatma anlamı yüklediğimizde, onunla yaşayabilir hâle gelebiliriz.
Kitapta görüşlerine başvurduğunuz birçok aydın ve sanatçının isimlerini kullanmamanızın özel bir sebebi var mıydı?
Hayır, bunun özel bir sebebi yoktur. Kendi cümlelerimden o cümleleri ayıran ifadeyi kullandığımı zaten biliyorsunuz. Çünkü burada önemli olanın, o düşüncelerin Xemname’nin yazarına ait olmadığını okuyucuya bir biçimde belirtmek olduğunu düşünüyorum, ki bu da Xemname’de sorumlulukla yapılmıştır. İsminin Bryan Sykes, V. E.Frankl veya bir başkasının olması, babam için çok önemli olmazsa gerek... Babamın onların adlarını değil, ilgi alanlarını bilmesinin yeterli olabileceğini düşünerek böyle bir yönteme baş vurdum.
Kitapta geçen, babanızın da merak edeceğini düşündüğünüz soruyu size sormak istiyorum: Xemname’de neden annenizden bahsetmiyorsunuz?
Babam Xemname’yi okusaydı ondan her söz ettiğimde annemi görürdü… Ayrıca dikkatli bir biçimde yapılan bir okumayla, Xemname’de annemden otuz üç (33) kez söz edildiği görülebilir. Bunun dışında, Xemname’nin 141. ve 142. sayfalarında babam ve annemin aşkına yer vermenin yanı sıra, babama annemin onun ölümünden sonraki durumunu da anlatmaya çalışıyorum.
Kuşaklararası makasın çok açıldığı realitesinden hareketle; Xemname’ye editoryal katkı sunan “yeni nesil yazarlar” ile yazar kimliğiniz üzerinden kurulmuş olan bir “köprü” konu ediliyor kitapta... Bu yeni nesil ile sizin nesil arasında kurmaya çalıştığınız köprünün altından çok sular geçmiş olabilir mi?
Köprülerin altından sular geçmeye elbette devam edecek. Bu, suyun kaderi... Ama insanda köprü kurmaya devam edecek. Bu da insan olmak kadar insan kalmanın paydası… Farklı nesillerin arasında kültürel mirasımızın aktarılmasını daha bir olanaklı kılacak kanalların açılması, bu aktarımı yönetecek mekanizmaların oluşturulması, nesillerin biribirlerini rakip olarak görmek yerine, birbirleriyle kaynaşmaları ve birbirlerini bütünlemeleri gerektiğine ilişkin sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri hâlinde, çok açıldığını iddia ettiğiniz makas daralacak. Bu da yeni nesilleri daha bir donatacak, kuşaklararası kopukluğu sınırlandıracaktır... Bu arada, bu soruyu fırsat bilip gerek Xemname’nin editörlüğünü yapan, gerekse de önsöz yazma nezaketinde bulunan yeni nesilden gençlere (M.M. Oral, M. Bayram ve B.Aryan) teşekkür ettiğimi belirtmek istiyorum. Aslında Xemname’nin yayınlanmasından sonra hem okuyuculardan hem de kalem erbabı arkadaşlarımdan bu davranışın örnek teşkil etmesine yönelik çok olumlu tepkiler aldığımı söylemeliyim. Bu konuda izlenen farklı bir gelenek vardı ve bugüne kadar bunun dışına çıkılmış bir örneği bilmiyorum. Bu olayı kişilere indirgemeden tartışmanın daha yararlı olabileceğini düşünüyorum. Çünkü burada söz konusu olan kişilerin adları farklı kuşakların temsilcileri olarak görülürse, yaratmaya çalıştığım durum ve başlatmaya çalııştığım yeni ilişki türünün amacı daha iyi anlaşılabilir. Farklı nesillere ait sözü edilen yeni nesil temsilcilerinin, makasın daraltılması bağlamında atılmışbu adımın atılmasına katkı sunmalarının son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Darısı diğer eserlerin başına... Bu anlayışla, bir yandan daha eski nesilden birine ait kimliğimle, farklı duygu, düşünce ve özlemlerimle bezenmiş hayal dünyamı ortaya koymamı sağlayıp yeniden yaratma olanağı sayesinde ruh ve zihin zenginliği de sunan edebiyatın iyileştirici ve dönüştürücü gücüyle ana dilimin büyüsünü yaralarıma nasıl merhem etmeye çalıştığımı genç nesillere kalemimle göstermeye çalışıyor, diğer yandan da olaylara gençlerin penceresinden de bakmaya çalışarak onların dinamizmiyle, gelecek hayalleriyle nasıl heyecanlanıp umutlandığımı yazıya döküyorum. Yazı benim dayanağım. Yazmak benim için sığınak… Ancak yazarak yara sarma eylemini gerçekleştirebileceğimi, acılarımla baş edebileceğimi ve umudu diri tutabileceğimi hep düşündüm. Ayrıca sadece düşünmekle kalmadım, buna inandım, bununla pek çok hayalimi gerçekleştirdim ve bu inanç doğrultusunda özellikle yeni nesillerle ana dilim aracılığıyla ve yazarak hayalerimizi ve umutlarımızı besleyen kaliteli ilişkiler, kalıcı dostluklar kurduğuma inanıyorum. Hiçbir nesili ötelemeden, kendi yerine başkasının düşünmesine izin vermeyen, düşünen, sorgulayan, değişim ve dönüşüme açık, değerlerinin bilincinde olan genç kuşakların dinamizmi ve kararlığıyla daha eski nesillerin deneyim ve birkimlerini birleştirebilirsek, toplumumuzun potansiyelini tam anlamıyla ortaya çıkarabilecek bir durum yaratabiliriz.
Eğer sen sormasaydın ben soracaktım dediğiniz bir sorunuz
var mı?
“Kürtçe yazdığınız Xemname kitabınıza, anadili Kürtçe olan bir yazarın Türkçe sorularıyla karşılaşacağınız aklınıza gelir miydi?” sorusunu ben olsam mutlaka sorardım…
Son olarak neler söylemek istersiniz? Teşekkürler Mustafa Aydoğan.
Sevgili Metin, aslında söyleşimizin başında söylemek istediğim ancak söyleşinin akışına kapıldıktan sonra, sona sakladığım bir hususu belirtmeden sohbetimizi bitirmek istemiyorum. Dili Kürtçe olan kitabımın, dili Kürtçe olan basından önce, ana dili Kürtçe olan bir yazarın yönetiminde, Türkçe bir söyleşiye konu olmasıyla ilgili teklifini aldığımda, ilk önce bana çok uygun gelmedi. Bu elbette dili Kürtçe olan bir tartışmaya konu olmasından sonra, doğal olarak düşünebileceğim bir ilişki olabilirdi. Bundan ötürü de, bu konuda bir ikirciklik yaşadığımı itiraf etmek istiyorum. Samimi iki insanın; düşünce düzeyinde tatlı sert, bir o kadar da kaliteli ve düzeyli olabileceğini düşündüğüm Xemname konulu söyleşimizin yeni kitabıma katkı sunacağına ilişkin inancımı da belirtmek istiyorum. Bunun okura da yansıması dileğiyle... Bu söyleşi için ben de teşekkür ederim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.