Kadınların bitmeyen yası
TİGRİS HABER - Gazetecilikten mezun olan, muhabirlik ve çeşitli yayınevlerinde editörlük yapan yazar Beyda Yıldız’ın ilk romanı ‘Duasız ve Törensiz’ okurlarıyla buluştu. 90’lı yılların faili meçhul olaylarının yaşandığı dönemde Hasan ve Neval’in Siirt’te başlayan ilişkileri. Hasanın ölümü ve bu ölümü kabullenmeyen, nedenlerini sorgulayan Neval’in uzun yas hikâyesini anlattığı ‘Duasız ve Törensiz’ romanı üzerine Tigris Habere konuştu.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
Yazarlık hayali ilk önce okumayla başlayan bir süreçtir. Her okur bir gün yazacağını da hayal ederek okur. En azından büyük kısmı için böyle söyleyebiliriz. Ben de kendimi burada konumlandırıyorum. Böyle değerlendiriyorum. Oldum olası okumayı çok seven, yazmaya tutkun biriydim. Bir gün mutlaka yazacağımı hayal ederek okurdum. O yüzden yazar olmanın ilk çıkış noktası iyi bir okur olmaktan, okumayı, kitabı sevmekten geçiyor. Bunun yanında tabii ki hayatla kurmuş olduğunuz temas, o ilişkiler de çok önemli. Olaylara nasıl baktığınız da çok önemli. Hikayeyi yakalamak, bu hikaye odaklanmak, bu hikayelerle empati kurmak gerekiyor. Burada tabii benim şöyle bir şansım da oldu. Ben gazetecilikten gelme biriyim. Marmara Üniversitesi'nde gazetecilik okudum. Öğrenciliğimde muhabirlik yapmaya başladım. Benim muhabirlik yaptığım yerler de ağır ceza mahkemeleri ve devlet güvenlik mahkemeleriydi. Buralarda çok fazla insan hikâyesi gözüme çarpıyordu. Benim için bu insan hikâyelerinin bir haber konusu olmaktan öte anlamları vardı. Bütün bunların bir gün mutlaka hayatımda bir metne dönüşeceğini hep biliyordum.
Gazetecilik yaparken dergilere, gazetelere yazdım. Okuma ve yazma hayatımın bir parçasıydı. Bir şekilde o romanı yazmaya sıra gelecekti. Yoğun çalışma hayatı bunu biraz engelledi. Neval’in yas duygusunu hissetmek bir yerde çok ağırdı. Onu yazabilmem için benim Neval’e dönüşmem gerekiyordu. Neva’lin duygularını anlamam gerekiyordu. O yüzden çok uzun saatler, bir yıl boyunca bir odaya kapanarak 80’li ve 90’lı yılların gölgesinde yaşanan Hasan ve Neval’in aşkının yazmaya çalıştım. Bu aşkın maalesef sert bir darbeyle yok edildiğini, ortadan kalktığını görüyoruz.
Hep böyle yaşadım ve bugünlere geldik. ‘Duasız ve Törensiz’ geçtiğimiz ay çıktı. Aslında bütün bu hayat deneyiminin, hayata bakış açısının, edinmiş olduğum okumaların bir toplamadır.
GERİDE KALANLAR ÇOĞUNLUKLA KADINLARDI
Muhabirlik yaptığınız dönemde olaylar sizi nasıl etkiledi ve bunları nasıl bir yazıya dönüştürdünüz?
Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki davaları izledikten sonra klasik haberleri yapardık ama bu hikâyeleri yazar bir kenarda saklardım. Çünkü benim için bir haber olmaktan da öte anlamlar taşıyordu.
Bu davalar yargısız infaz davaları, kayıp davaları. Bunlar Türkiye gündemini belirleyen, Türkiye gündemini sarsan olaylardı. Geride kalanlar beni çok ilgilendiriyordu. Aslında bu kitabı şekillendiren dinamiklerden biriydi. Geride kalanlar ne yaşıyordu? Geride kalanlar çoğunlukla kadınlardı. Bu çok ilgimi çeken bir şeydi. Bu kadınların yaşadıkları bir yas süreci vardı. Ve bu yas süreleri bir türlü bitmiyordu.
Ölümü kabullenemeyen kadın
14 sene önce Diyarbakır'a geldim. Bu yas sürecini burada daha katmerli bir şekilde gördüm. Buradaki kadınların ölüm duygusuyla baş edemediklerini, baş etmeye çalıştıklarını, çok zorlandıklarını, çareler aradıklarını gördüm. Bu durum bende büyük bir tesir yarattı. Roman bu süreçte şekillendi. Özellikle bir gün bir kadının bana babasını kaybettiğini, babasının mezarına bir yıl boyunca gitmeye çalıştığını ama her yola çıktığında, her evden çıktığında, o yolu bitiremeden, mezara gidemeden eve döndüğünü ve bir yılın sonunda kolundan tutularak mezarlığa götürülüp toprak yedirildikten sonra; ölümü kabullenebildiğini söylemişti bana.
ROMANI ŞEKİLLENDİREN OLAY
Bütün o hayat deneyiminin üzerine bu cümle, bu romanın ateşleyici fikri olarak ortaya çıktı. Yıllardır yas süreci içerisindeki kadınları görüyordum. Onların hikâyelerine şahitlik ediyordum. Onların acılarına bir şekilde ortak olmaya çalışıyordum. Bir gazeteci olarak, bir insan olarak, bir okur olarak bir empatim vardı. Ama bu cümle benim için çok ateşleyici oldu. Evet dedim o zaman.
Ben romanı bunun üzerine şekillendirmeliyim. Bu kitap bir yas teması etrafında dönmeli. Bir ölüm neden kabullenilemez? Neden kabul etmek de bu kadar zorlanır bir insan. Bunu başkarakterim Neval’le birlikte ben de anlamaya çalıştım.
NEVAL HASAN’IN NEDEN ÖLDÜĞÜNÜ ANLAYAMIYOR
Romanın içeriği konusunda esas olarak şöyle söyleyebiliriz; Hasan ve Neval’in aşk ekseninde bir kaybın anatomisi olarak görülebilir. İlk gençlik aşkı Hasan'ın ölümünü kabullenmekte zorlanan bir kadını Neva’lı anlatıyor. Romanda Siirt’ten Almanya’ya göç etmek zorunda kalmış Neval, burada geçmişe dönüp, geçmiş aşkı Hasan’la anılarına odaklanıyor. Zaman zaman yatılı bölge okulundaki çocukluklarına gidiyor. Zaman zaman Siirt’in Dağdüşük Köyündeki o mezara gidememe sahnelerine dönüyor. Bunları sürekli kafasında çeviriyor. Bütün bunları yaparken, geçmişe giderken, geçmişin mekânlarına giderken; o kaybın nedenlerini, nasıllarını anlamaya çalışıyor. Çünkü Hasan ölüyor. Hasan’ın neden öldüğünü anlayamayan bir kadın var. Bu yası tutmakta zorlanan bir kadın var.
Bölgede kadınlar ölümlerde en fazla feryat figan eden kadınlar oluyor. Daha derinden etkileniyorlar ve süreçte kendini paralayan kadınları görüyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?
Bu şununlada çok alakalı; bir kez adalet duygusunun olmadığı yerlerde, hakkaniyetin kurulamadığı yerlerde her türlü duygu çok havada kalır. Bir taraftan Neval, Hasan’ın ölümünü anlamaya çalışıyor. Çünkü Hasanın ardında bıraktığı sorular var. Hasan sırasız ölen bir genç. Daha hayatının, ömrünün baharında bir gençtir. Neval’le yolları ayrışmış. Liseden sonra farklı yerlerde okuyorlar. Neval İstanbul’da bir Cumhuriyet kızı olarak yetişiyor. Hasan Diyarbakır’da kalıyor. Burada ayrışan bir dünya var. Uzaklaşan iki dünya var. Aşkları baki ancak Hasan’ın ardında bıraktığı sorular ebedi diyebiliriz. Eğer Hasanın ölümünün arkasında bırakmış olduğu soruları Neval anlayabilse ya da bu soruları cevaplayabilseydi bu yas sürecini daha sağlıklı atlatabilecekti. Bu durumu kabullenebilecekti. Ama Neval Almanya’ya gittikten sonra da bu ölümün ardındaki soruları anlamaya çalışıyor. Hasan çocukken içe dönük ve hep saklanan bir çocuk ama etrafında olan biten olaylara karşı duyarlı, bütün bunlara anlam vermeye çalışan bir çocuk. Örneğin yatılı bölge okulunda okuyorlar ve Hasan sürekli biz neden buradayız diye sorguluyor. Neden buralarda okutuluyoruz diye sorguluyor. Neden köyümüzde değiliz diyor. Eğer o soruları cevaplayabilseydi, Neval bu soruların yanıtlarını bulabilseydi, Hasanın ölümünü daha kolay kabul edecekti.
BİR HAFIZA VE BELLEK ROMANI
Romanı nasıl değerlendirebiliriz?
Bir hafıza ve bellek romanı olduğunu söyleyebiliriz. Neval hatırlama ve unutma salıncağında sallanan buradaki yerini bulamayan bir kadın. Neval’in Almanya’da defterlerine yazmaya başladığı o hatıralarla birlikte geçmişe bir yolculuk yaptığını görüyoruz. Bu yatılı bölge okulları çok önemli bir mekândır. Hasan ve Neval çocukken yatılı bölge okuluna götürülüyorlar ve burada yaşadıkları bazı olaylar var. Hala bu okullarla ilgili yeterince bir çalışmanın olmadığını görüyoruz. Bu çocuklarda ne gibi bir travma yarattığını hala bilmiyoruz. Benim bu romanda yatılı bölge okullarıyla ilgili tanıklıklarım vardı. O tanıklıklarımı bu roman içerisine bir şekilde yerleştirdim. Elbette bu roman bir kurgu ama yatılı bölgeyle ilgili kısımlarda kısmi bir tanıklıktan bahsedebiliriz.
Kitap üzerine ilk söyleşiyi Siirt’te yaptınız. Nasıl geçti ne tür tepkiler aldınız?
Romanın Siirt’te geçmesinden çok mutlular. Neden Siirt diye de sordular. Bu roman aynı zamanda bir 90’lar romanı. 80’li ve 90’lı yılların o ağır politik atmosferinin ezmeye çalıştığı ruhları anlatmaya çalışıyor. Siirt benim için 80’li ve 90’lı yılların ağır tahribatının yaşandığı simgesel yerlerden biriydi. O nedenle Siirt’i temel mekân olarak aldım. Karakterlerimi Dağdüşük Köyüne yerleştirmeyi uygun buldum. Ben gitmeden önce kitabı okumuşlardı. Hem kendilerinden çok şey buldukları için çok etkilenmişler hem de hatırlandıkları için bir nevi onura da olmuşlardı. Çünkü sonuçta Siirt 260 bin nüfuslu bir yer. Türkiye’de çok insanın görmediği, yerinin bilinmediği, adının sanın çok konuşulmadığı bir yer. Kayıpların, faili meçhullerin çok konuşulduğu yerlerden biridir. Bu bakımdan simgesel öneme sahip. O yüzden ilk söyleşinin Siirt’ten başlaması benim için çok önemli ve çok kıymetliydi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.