Âşıklar Bayramının yazarı Kemal Varol: ‘Diyarbakır bana yazdırıyor’
TİGRİS HABER - Varol, “Diyarbakır'da hayatın içindeyim. Bu büyük bir avantaj benim için. Yani çarşı pazarda, okulda her yerde hayatın içindeyim. Bu da bana iyi geliyor, bu kent bana yazdırıyor” dedi.
Özel Haber/ Mümin Ağcakaya
Dedesi dengbej, babası da kaval ustası olan yazar şair Kemal Varol’un çocukluğu kültürel bir ortamda geçer. Evde sürekli sözlü kültüre ilişkin hikâyeler anlatılır, ağbileri de evde sürekli kitap okur ve yazı yazarlar. Yazarın kendisi de kütüphaneden çıkmaz, okumadık kitap bırakmaz.
Daha sonraki şiir ve roman yazımında büyük etkisi görülen bu kültürel alt yapıdan beslenen yazar Kemal Varol, kendisine dert olarak gördüğü meseleleri yazmayı seviyor. Yazmak için sadece sessiz bir ortamı tercih ediyor, popüler olmayı sevmiyor. Popülerliğin kendisini yaşamdan farklı bir yere taşıyacağından hareketle; halkın içinde sıradan yaşamayı ve tercih ediyor. Anlatmayı ve dinlemeyi çok seven, Diyarbakır’ın kendisine iyi geldiğini söyleyen yazarla çocukluğu ve edebiyatı üzerine geniş bir sohbet gerçekleştirdik.
Yazarlık hikâyeniz nasıl başladı?
Küçük yaşlardan beri yazıyorum. Aile ortamımızda okuma ve yazmanın oldukça zengin olduğu bir ortamda büyüdüm. Hatta ağbilerim arasında çok okuyanlar ve iyi metinler yazanlar da vardı. Dolayısıyla gözümü açtığımda ev içinde okuma ve yazma kültürü vardı. Bende de zaman içinde okuma ve yazma alışkanlığı gelişti.
Gençliğim kasabadaki kütüphanede kitapları delicesine okuyarak geçti diyebilirim. Aile dışında edebiyatla ilgilenen, okuyan, yazan, takip eden bir arkadaş çevresi de oluştu zamanla. Böyle bir çevre içinde büyüdüm diyebilirim. Yazım hayatıma sonraki yıllarda önce şiirle başladım. On yıl kadar şair olarak tanındıktan sonra şiiri bırakıp romana döndüm. Tabii daha sonraki yıllarda kendime ait roman ve şiiri birleştiren bir üslup yaratmaya çalıştım.
Kültürel ortamda geçen çocukluk
Bu okuma ve yazma ortamının dışında ailede ayrıca sözlü kültürel edebiyatın anlatıldığı bir ortamı var. Bu ortam sizi nasıl etkiledi?
Babam iyi bir kaval ustasıydı. Fakat enteresan bir dünyası vardı. İyi kaval çalar, iyi de hikâye anlatırdı. Anlattığı hikâyeleri kavalla desteklerdi. Biraz hikâye anlatır, kavalı keser sonra kaval çalarak devam ederdi. Annemde de hikâyecilik çok baskındı. Dedemi hiç görmedim ama dedem vaktiyle bir dengbejmiş. Annem, babasından öğrendiği birçok şeyi bize aktarıyordu dolaylı olarak. Bazen bir mırıltı olarak. Bu açıdan şanslı bir çocuktum. Bir yandan modern edebiyatı öğrenmeye, takip etmeye çalışırken diğer yandan klasik sözlü kültürle de aramda bir bağ oluşmaya başladı. Tabii ki o zamanlar sadece bir dinleyici pozisyonundaydım. O döneme ait aklımda şu kaldı: Evde toplanan misafirler, babamın çaldığı kavallar, anlattığı hikâyeler. Bu arada bir teybimiz vardı. Babamın anlattıklarını teybe kaydederdik. O büyülü çocukluğumda kaldı. Şimdi o büyüyü yazıda diriltmeye çalışıyorum belki de.
Yazım hayatınızda bu kültürün üzerinizde büyük bir etkisinin olduğu görülüyor.
O zaman bunun çok farkına değildim. Bunun etkilerini daha sonra, yazmaya başladıktan sonra fark ettim. Buna çok başından karar vermişliğim yok aslında. Bunu yazmaya başladıktan bir süre sonra anlıyorsunuz. Neden sözlü kültür bu kadar hayatıma girdi? Bunun aileden geldiğini çok sonradan fark ettim, itiraf etmeliyim. Neden bu kadar anlatmayı seven bir tarafım var? Niye sürekli anlatmak istiyorum? Bu yine aileden o kültürden gelen bir şey. Planladığım bir şey değil açıkçası. Kendi doğal sürecinde ilerledi ve yıllar içerisinde çok daha kıymetli bir şeye dönüştü. Gençken, çocukken anlatılanları dinlerken o zenginliği o zamanlar fark edemiyorsun. Edebiyatla ilgilenen insan bu zenginlikleri sonradan daha iyi görebiliyor ve ne kadar güçlü bir malzeme olduğunun farkına varıyorsun.
Dedesi dengbej babası da kaval ustası
O yıllardan aklımda kalan önemli bir şey; babamın kaval çalmasını veya hikâyelerini teybe kaydederken sık sık öksürdüğümü hatırlıyorum. Yıllar sonra fark ettim. Aslında o öksürük sesi” ben de buradayım” demekti. Muhtemelen 6-7 yaşındayım ama anlatmanın, çalmanın, söylemenin iştahını o yaşlarda görmüş olmalıyım. Eve o zamanlar başka insanlar da gelir giderdi. Onlar da durmadan hikâyeler anlatırdı. Dinlerdik. Ama o günler geride kaldı. Bu sözü kültürü olduğu haliyle sunamazsınız. Bunu harmanlayabileceğim başka tür anlatım olanakları aradım. Acaba bu ikisini nasıl birleştirebilirim nasıl bir şey çıkarabilirim. Edebiyatta da aradığım bu.
Bunu kitaplarınızda görmek mümkün, bir seri halinde devam ediyor?
Mesela ‘Bir Saz Aşığı’, ‘Ağıtçı Kadın’ hikâyesi ya da durmadan hikâye anlatan adamlar. Hayatlarını hep hikâye üzerine kurmuş insanları seçmem boşuna değil aslında. Sözlü kültüre yakın durmaya çalışıyorum. Yani bunun nedeni, seçtiğim bu kahramanlar. Neden modern hayatın içinden bir adam değil de bir saz aşığı. Bunlar eski zaman insanları ve ağıtçılık, ağıtçı kadın hikâyesi mesela artık günümüzde karşılığı olmayan bir gelenek. Artık herkes acısını, yasını tek başına, bireysel olarak çekiyor.
Ne tür tepkiler alıyorsunuz?
Ben her zaman basit sıradan küçük tırnak içinde yerel hikâyemi yazmak istedim. Ama bu “yerel” hikâyemin çok evrensel bir boyuta geleceğini elbette düşünemedim. Böyle bir hesapla da yazmadım. Ama şunun da farkındayım: Dünyada giderek hikâyelerde birbirine benzemeye başladı. İnsanlar artık daha kendine özgü hikâyeler arıyor. Kendine özgü bir dil arıyor. Güçlü “yerel” hikâyeler arıyorlar. Kitaplarımın yurt dışında çeşitli dillere çevrilmesi, çeşitli ödüller alması. Bu bana yaptığım işin, yaptığım şeyin doğru yolda olduğunu, doğru bir hat üzerinde ilerlediğimi de gösterdi. Oysa benim bütün dünyaya açılmak, okunmak gibi bir derdim yoktu. Ben sadece küçük, basit, kendi hikâyemi anlatmak istedim.
Sözlü kültürel ortamın şiir ve romanlar üzerindeki etkisi
Peki, bu anlatım tarzınız şiirlerinize de yansıdı mı?
Bugün romanda denediğim bu yöntemi şiirde de denedim vaktiyle. Yani orada da modern şiirle halk şiirini birleştirmeye çalıştım bir zamanlar. Okurlar bu durumu fark etmişlerdir. Bir yandan halk şiirine benzeyen bir yandan da modern şiiri andıran bir tarafı var. İkisini birleştirmeye çalıştım şiirde. Romanın olanakları fazla olan bir tür olduğu için bu birleştirme daha kolay oldu galiba.
Hikâye anlatımınız sizi nereye sürüklüyor? Önümüzdeki süreçte neyi yazmayı planlıyorsunuz?
Her yazar günün birinde rotasını değiştirip başka bir şey yapmak ister. Başka bir dünyaya açılmak ister. Ömür boyunca aynı tarzda aynı hat üzerinde yazamazsınız. Bu son romanımda, ‘Babamın Bağlaması’nda bunu yapmaya çalışıyorum.
Bir defteri kapatıp oradan bambaşka bir dünyaya açılmak, başka metinler yazmak istiyorum. Açıkçası yazmayı seviyorum. Ben yayınlatmayı seven bir yazar değilim. Kendimi yazı üzerinde denemek, araştırmak, sınamak istiyorum. Kendi gücümü, güçsüzlüğümü yazıda görmek istiyorum. Ne yapabildiğimi görmek istiyorum. İlerisi için ne yapacağımı gerçekten kestiremiyorum. Bu tamamen hissettiğim bir mesele olursa yazarım.
Benim yazıyla şöyle bir ilişkim var; ben bir derdim varsa yazanlardanım. Herhangi bir nedenle yazan insan değilim. O yazdığım mesele ile ilgili doğrudan ya da dolaylı bir ilişkim varsa bir derdim varsa, bir meselem varsa kaleme alıyorum. Öbür türlü bana o ilişki sahte geliyor. Başka bir nedenle yazmamam gerekiyor. O yazar yazdığı şeyin derdini çekmiş olmalı, onun içinde yaşamış olmalı bana kalırsa.
Bu coğrafyada dert çok, o yüzden hikâyesi de bitmiyor. Acaba sana dert olan ne tür bir hikâye yazmak istersin?
Aslında bugüne kadar parça parça bütün o dertlerimi yazdım. Yani gerek politik bir takım meseleler, aile gibi, anne gibi, baba gibi meseleler. Diyarbakır'ın çektiği kimi sıkıntılar gibi. Bunları çeşitli vesilelerle zaten kaleme döktüm. Ama hayat bu. Dertler, acılar, sıkıntılar bitmez. Kendi içinizde neyi kendinize dert edeceğinizi bilemezsiniz. Bunu yazıya nasıl dönüşeceğinizi de açıkçası kestiremezsiniz. Tabii ki yazmayı düşündüğüm bir takım eserler var ama az önce dediğim gibi ben yazmayı seven ama yayınlatmayı sevmeyen bir yazarım. Bu konuda biraz hasis davranıyorum. Bekletiyorum, ne zaman ki böyle bir şeye ihtiyaç duyarsam, artık bunu yazmalısın, zamanı geldi dersem başlayan bir yazarım.
Şimdiye kadar yazdığınız romanlar birbirini tamamlıyor.
Doğrudan değil ama küçük teğellerle birbirine bağlı. Mesela bir romandaki bir kahramanı başka bir romanda da görebiliyorsunuz. Diyelim ‘Haw’ romanındaki köpeği sonra gelen ‘Aşıklar Bayramı’nda da görebiliyorsunuz. Ya da Ağıtçı Kadını’ bütün romanlarda görüyoruz. Bazen bir romanın ana kahramanı iken başka romanda sokaktan geçen biri olarak da görürsünüz. Ya ağıt yakarken görürsünüz. Sadece ‘Âşıklar Bayramı’ ve ‘Babamın Bağlaması’ birbirinin devamı. Âşıklar Bayramı’nda hikâyenin bittiği noktadan sürdürüp tamamladım. Orada bir yarım kalmışlık demeyeyim de oradaki kahramanı sahiden iyileştirmek istedim. Çünkü yaralı bir halde bırakmıştım kahramanımı. Onu, sonunu ben de merak ediyordum. Onunla beraber ben de iyileşmek istiyordum. Ben de yaralarımı iyileştirmek, çukurlarımı doldurmak istiyordum. Acılarımı kapatmak istiyordum. Nasıl kapatılır diye düşünüyordum. Onu bulduğum için ‘Babamın Bağlaması’nı devam olarak yazmaya ihtiyaç duydum. Bu iki romanın birbiriyle doğrudan devamı var ama diğerlerinin aralarında dolaylı bir devamı var. Aslında okurların bildiği, tanıdığı kahramanları her romanda yeniden karşısına çıkarıyorum.
Bu son iki kitabınızda baba ve oğlu ele almanıza sizi ne tür gelişmeler sürükledi?
Baba ve oğul meselesi bana özgü bir mesele değil. Yunan tragedyalardan başlayın, Doğu hikâyelerine kadar bütün metinlerin ana konusu olmuş bir meseledir. Bitecek bir meselede değildir.
Tabii ki benden önce yazılan bütün metinleri okudum. Romanlardan halk hikâyelerine, tragedyalara kadar yazılan metinlerin hepsini okudum. Bunu okuduktan sonra siz kendi hikâyenize, kendi baba oğul ilişkisine ya da benim kendi çocuğumla kurduğum baba oğul ilişkisine dışarıdan bir edebiyatçı gözüyle bakmaya başlıyorsunuz. Benim yazdığım otobiyografik bir hikâye değildir ama yine de kendi baba oğulluk ilişkime dair, kendi babamla kurduğum ilişkiye dair parçalar vardır. Ben de babama veya oğlumu bu hikâye içerisinde düşünerek, anlamaya çalıştım. Baba ve oğul arasındaki bu çatışmanın kökeni nedir? Nasıl sürmüştür? Nerelere varmıştır? Bunu anlamaya çalıştım.
Babadan oğul’a geçen bir kültürel yaşam biçimi var. Bu ilişkiler nasıl işliyor?
Bizim coğrafyada farklı işliyor. Batıdaki modern deneyimlerden farklı bir baba oğul ilişkisi var bizde. Bizimki daha çok susarak, aralarında çok fazla bir şeyler paylaşmayarak devam ediyor. Genelde bir hesaplaşma üzerinedir yazılan metinler. Ben hesaplaşmaktan öte biraz anlama üzerine kurmak istedim. Hem senaryosunu yazdığım film için hem de roman için şu söylendi; “Baba oğul çok fazla konuşmuyor.” Ben de cevap olarak şunu söyledim birçok yerde,“acaba bizler babalarımızla anlamlı ama bir sayfa kadar olsun anlamlı konuştuk mu hayatımız boyunca? Sıradan günlük konuşmaları kastetmiyorum, iç dünyamızı birbirimize açtık mı? Sevgimizi, öfkemizi içtenlikle birbirimize açtık mı, açabildik mi bütünüyle? Biraz o suskunlukla örülmüş bir baba oğul hikâyesi yazdım aslında. Derdim bunu göstermekti. Belki sonraki kuşaklara bu suskunluğu bozmalarını, daha birbirlerine açık daha birbirleriyle konuşabilecekleri ilişki düzeyini geliştirmek istedim. Bize özgü bir baba oğul ilişkisini yazmak istedim. Belki de kitabında bir nebze de olsa filminde bu kadar konuşulmasının nedeni bize özgü olan baba oğul ilişkisini göstermiş olmasındandır.
Kitaplarınızın yurt dışında basılması ödüller almanız size nasıl bir sorumluluk yükledi?
Ben insan olarak da çok sıradan basit yaşayan bir adamım. Bu türden süreçlere karşı şerbetliyim. Yani ne yapmak istediğimi biliyorum ve buna göre yaşayan bir adamım. Tabii ki bu kadar çok okunmak, bu kadar çok konuşulmak bütün herkesin istediği bir şeydir. Ama bu bana çok iyi gelmiyor açıkçası. Israrla söylemek istediğim şu; ben yazmayı seven biriyim. Ben dertlerimi, problemlerimi, meselelerimi; burada bahsettiğim şahsi meseleler değil, toplumsal birtakım dertlerim var. Bir yerde çok politik bir insanım. Bütün bunları yazıda sınamak isteyen, yazıda göstermek isteyen bir insanım. Elbette ki ağırlığı, gücü artıyor insanın. Gözler daha fazla size döndükten sonra biraz zihniniz karışabiliyor. Ama tekrar edersem ömrüm yazının içinde kalsın istiyorum. Ömrümün bu ilginin içinde kaybolmasını istemem. Buna karşı da kendimce önlemlerimi almaya çalışıyorum.
Çünkü sadece ilgi çekmek veya başka bir niyetle yazarsanız, böyle bir niyetiniz varsa, böyle yola çıkıyorsanız yolda çok şey kaybedersiniz. Yol zaman içinde tüm kıymetli hazinenizi alır sizden. Bir bakarsınız yolun sonunda kendinizle baş başa kalmışsınızdır. Neden yola çıktığınız da önemlidir bu balımdan. Tamamen kendim için, dertlerim için yazmayı seviyorum. Yola onun için çıktım. Başkalarının, kendimin dertlerini yazmaya adanmış bir ömür olarak kuruyorum kendimi.
Bir taraftan popüler oluyorsunuz ve bütün gözler üzerinize çevriliyor sırtınızdaki yükü ağırlaştırıyor. Sizi yazmaya da zorluyor dertlerinizde artmaya başlıyor. Belki daha önceden fark etmediğiniz dertleri de görmeye başlıyorsunuz. Çünkü size birçok dert geliyor, hikâyeler geliyor, bu anlamda ister istemez daha gözde oluyorsunuz.
Ben bunu daha önceki örneklerde de çok fazla gördüğüm için ben buna karşı da hazırlıklıyım. Kendimi bu tür süreçlere kaptırmamaya çalışıyorum. Çok küçük yaştan itibaren yazıya gönül düşürdüm. Mümkünse ömrüm boyunca yazı içinde kalmak istiyorum. İşin popülerlik kısmı, dolaşıma girme kısmı bugüne kadar olan her şey, benim dışımda oldu. Ne bir ajansım oldu ne bir menajerim var.
Ben yazının, edebiyatın adaletine güvenen bir insanım. Yazının içerisinde kalma meselesi benim için her zaman daha fazla kıymetli oldu.
Sonunda bir değer varsa çok fazla kısa sürede dolaşıma girmezsiniz belki ama ben okurun bu anlamdaki teveccühünü seviyorum. İnsanların kendinden sayması benim için kıymetli bir şey. Onu bir popüler ilgi olarak değil de kendisinden biri olarak görmesi beni daha fazla mutlu eden bir şey, daha değerli. Kendini halkın üstünde değil de içinde görmek daha kıymetlidir.
Bir yerde anlatmıştım. Bizim eski zaman hikâyelerini anlatan masal, hikâye anlatıcıları bir yüksek tahta çıkıp anlatmazlardı. İnsanların içinde diz kırarak oturup anlatırlardı. Bu bir samimiyet göstergesiydi. Ben insanların içinde oturarak yazmayı, anlatmayı seven bir yazarım. Aynı eski zaman hikâyeleri de olduğu gibi bir tahta bir masaya bir yere bir mesafeye çıkıp oradan anlatmak istemiyorum. Onların içerisinde oturarak anlatmayı daha değerli buluyorum.
Diyarbakır'da yaşıyor olmak beni öteden beri koruyan bir şey oldu. O yüzden buradan gitmedim. Çok yazar arkadaşım gitti buradan, ben kalmayı tercih ettim. Buranın meselelerine, dertlerine, acılarına, sevinçlerine ortak olmak, tanıklık etmek mümkünse bazılarını yazabilmek istedim. Diyarbakır bu açıdan beni her zaman korudu aslında. O kalabalığın içerisinde çok rahat kaybolabildim. Çok rahat, o sıradanlığımı hiç bozmadım, bu benim için bir avantaj oldu. Diyarbakır koruyan kollayan bir şehirdir. Diyarbakır'da durmadan size hikâyeler gelir. Oturduğunuz her yerde hikâyeler gözünüze çarpar.
Diyarbakır'da insanlar anlatmayı çok seviyor. Hikâye anlatmayı çok severler. İmzalar, söyleşiler vesilesiyle şehir dışına çok çıkıyorum. Ama Diyarbakır'daki hikâye akışını çok az şehirde gördüm. Ama dinliyorlar da, çünkü burada iyi hikâye anlatmak kıymetli bir şey. Diyarbakır hem dinleyen hem de anlatan bir kent bu da önemli bir özelliği.
Romanınız filme çevrildi, geniş bir kitle bundan haberdar oldu. Bu sizde ne tür duygular yarattı.?
Aslında bu deneyim sevindirici bir şey. Bir defa ben çok sevdiğim bir yönetmenle çalıştım. Romanı ilk o keşfetti ve sinema filmi yapmak istediğini söylediğinde ben gönül rahatlığıyla romanımı yönetmene teslim ettim. Sonrasında senaryo sürecinde de beraber çalıştık. Biraz şöyle bir kaygım vardı; acaba film çekilirken romandan çok fazla uzaklaşılır mı? Diye. Romandan başka bir şey yapılır mı? Diye kaygım vardı. Yönetmen sağ olsun çok fazla romandan uzaklaşmadı. Ben de yönetmenin işini çok fazla zorlaştırmadım. Çok fazla işine dâhil olmak istemedim. Onun yaptığı bazı değişikliklere onay verdim. Onun başka bir dünyası var, onun dünyasını kabul etmek gerekiyor. Âşıklar Bayramı, Netflix projesi olarak şu anda bütün dünyaya gösteriliyor.
Yönetmenin dediği gibi insanlar romanı okurken aslında filmi kafasında kendisi çekiyor. Dolayısıyla uyarlamalarda çok zor oluyor. Çoğu okur romanın kafasında canlandırdığı dünyayı görmek ister. Ama bunun bir roman olmadığını, artık bir sinema filmi olduğunu, kurmacanın boyut değiştirdiğini de kabullenmek gerekiyor.
Bu roman benim için özel bir romandı. Babamı kaybettikten sonra 2-3 ay sonra başlamıştım. O yas sürecini nasıl kapatacağımı bilmiyordum. Çünkü benim son yıllarım babamın tedavi süreçleriyle geçti. Sonra onun kaybıyla nasıl baş edeceğimi de anlayamadım. Bunun en iyi yolu yine benim için yazmaktı. Doğrudan babamın hikâyesi değil de; romanın içindeki kahramanların oturuşu, kalkışı, giyinişi, davranışı, tütününü sarması yaptığı her şeyi babamın hareketleriydi. Bu açıdan bir bakıldığında şahsi bir hikâye de sayılabilir Âşıklar Bayramı.
Filmi izleyince neler hissettiniz?
Aslında bunu sinema perdesine görünce burkulduğumu, yer yer boğazıma bir şeylerin takıldığını yaşadım. Ortaya çıkan film, tabii ki objektif olamam bu konuda, beni çok etkiledi. Film gösterime girmeden de izledim. Senaryosunu da kendimiz yazdığımız için aslında ne olduğunu biliyordum. Ama buna rağmen beni çok etkiledi açıkçası.
Sıradan hayatın içinde olmak
Şu anda yeni bir kitabım çıktı. Âşıklar Bayramı’nın devamı Babamın Bağlanması. Bu hikâye biraz o yas süreci ile ilgili.
2-3 yılda bir kitap yayınlıyorum. Yorucu bir süreçti. Hem senaryo hem roman yazmak, biraz yordu beni açıkçası. Yazabildiğim sürece de yazacağım. Yazamazsam da dert değil. Hayatımıza başka bir şekilde devam edeceğiz. Basit sıradan hayatlarımız var, bunları yaşamak da ayrı bir keyif. Bundan da vazgeçmek istemiyorum. Kendini yaşamak da zevkli bir şeydir.
Diyarbakır'da ben hayatın içindeyim. Bu büyük bir avantaj benim için. Yani çarşı pazarda, okulda her yerde hayatın içindeyim. O bana iyi gelen, yazar olarak da iyi gelen bir husus.
Çok tanınmıyorum, bu iyi bir şey aslında. O popüler ilgide her zaman bir fazlalık, insanı rahatsız eden bir şey vardır. Oysa ben o sıradanlığı seviyorum. Geriye bir gün iyi kitaplar yazmış biri olarak anılmak isterim. Çok beklediğim bir şey yok bu açıdan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.