Faili meçhul zamanlarda politik bir aşk hikayesi: Mezel
Mezel (“Mezarlık) kitabı bizi 1990’lı yılların politik bir aşk hikâyesine götürüyor.
Kitaptaki “Odima” karakteri, Diyarbakır’dan kaçarak kendisiyle sürekli kavga içerisinde olan ve kendisine “alçak” diye hitap ederek sorgulamalar yaşayan bir ruh hali Mezel’de vücut buluyor.
Ahval'dan Dicle Baştürk'ün Burhan Ekinci ile Mezel üzerine sürükleyici röportajından bazı bölümler şöyle:
Mezel romanın nasıl bir sürecin ürünü?
Diyarbakır’da doğdum ve büyüdüm. 1990’larda en çok kanıksanan ölüm ve kaybedilmelerdi. Her an birilerinin ölüm haberini ya da kaçırıldığını duyabiliyordunuz. Kentte Toros araçlar, sivil giyimli, telsizli kişiler, korku haline gelmişti. Ölüm ve korku sadece kent merkezinde değil, hemen hemen her köy ve mezraya yayılmıştı. Bütün o gri acılara, ölümlere, sokak ortasındaki infazlara, kaçırılma hikâyelerine daha çocukken tanıklık ettim. Bu ister istemez bende bir boşluk yarattı ve ölüme dair bazı sorgulamalar yapmama neden oldu. Yazma serüvenim tam da bu ortamda günlükler tutarak, şiirler yazarak başladı. ...Ruhum dinlediğim, tanık olduğum acılarla dolmuştu, biraz rahatlatmalıydım. Ben de yazmaya, edebiyata sığındım. Mezel karakteri de yıllar sonra İstanbul’da oluştu. 1990’lı yıllarımın Diyarbakır’ını anlatmalıydım ama bu aktarıcı karakteri sıradan, herhangi biri ya da kahraman biri olarak hayal etmedim, beyni uçuk, ruhu parçalı, medcezirli, içsel dünyasıyla yaşayan biri olarak tasarladım. İstanbul Kadıköy’de yazmaya başladım. Öyküye Diyarbakır’da dokunuşlarda bulundum ama Odima Üçlemesi’nin ilk kitabı olarak Mezel, bu sürgün hayatımda, Almanya’da son buldu.
Kitap 1990’lı yıllarda Kürt illerinde yaşanan çatışmaları, şiddeti, kayıpları konu alıyor bir yanıyla. Neden bu dönemi gündeme getirmek istedin?
Buna mecburdum çünkü sadece ben değil, o yıllarda benimle yaşıt olan milyonlarca genç de aynı acıları yaşıyordu. Ölümlerde, kaybedilmelerden, acılardan ülke de yorulmuştu. İçimde biriken, aynı zamanda Diyarbakır’ın acılarının kusulması gerekiyordu. Dinlediğim yüzlerce mağdur edilmişlerin öykülerini yüklemiştim. Bunlar, insanlarımın acılarıydı ve o kadar çoklardı ki, kaçamazdım. Bu acılar, insanların öldürülmesi, sokakta yayılan bir insana ait kan, bombalanan dağlar, kurşunlanan ağaçlar, duvarlar, yakılan, yıkılan evler, savaşın o iğreti hallerinin birleşmesinden oluşuyordu. Siz, eğer biraz vicdan sahibiyseniz, insani damarınız kesilmemişse bunu hisseder, anlardınız. Toplumsal acılar bireysel acılar haline geliyordu bir aşamadan sonra.
Hayattasınız, tanıksınız, yaşayansınız. İçinizde o kadar acı birikir ki, artık katlanamaz, boğucu yaşamsal sislerde, yazma eylemi zorunluluk halini alır. Ben, toplumsal ve varoluşsal politik acılarımı sağaltmak için yazma yöntemini seçtim diyebilirim. Mezel’i yazarken Mezel’le birlikte acı çektim. Mezel’in o şiddet sarmalı ve döngüsünde çok politik bir anlatı olarak değil, o dönemin uçuk kaçık günümüzün bir hatırlatıcısı olduğunu düşünüyorum.
Kitabın bir yerinde Mezel, Cumartesi Anneleri’yle karşılaşıyor. Kayıplarından kaçan bir kişilik, kayıplarını arayan sesini duyurmak isteyen annelerle karşılaşıyor. Bu karşılaşma, bu çarpışma bilinçli bir tercih mi?
Mezel için bu bilinçli, planlanmış bir karşılaşma değil, daha doğrusu Galatasaray Meydanı’ndan pek haberi bile olmayan bir karakter. O, geçmişini unutamayan biri olarak karşımıza çıkıyor. Mezar metaforu, o annelerin çığlıklarında, sesini duyuramamalarında, yıllarca sessiz ağıtlarında, suskun protestolarında yer edinmişti. Bu yüzden Cumartesi Anneleri bir yerde bu romanda olmalıydı ve bu bir zorunluluktu kanımca. Kaybedilmelerin çokça olduğu ve kaybedilme olasılıklarının giderek arttığı bir kentten kaçan bir karakterden bahsediyoruz.
Mezel, hayatının bir döneminde kendini morga adayan biri. Hatta isminin anlamı da mezarlık… Neden yaşadığı kayıpların acısını başkalarının ölümünde dindirmeye çalışır biri?
Benim için Mezel’i tarif etmek ve tanımlamak çok zor. Mezel aslında çok da alternatifi olmayan biri. Üçüncü hâl imkânsızlığından bahsediyor. Bu onun karar alma aşamalarında da söz konusu. Dönemin moda tabiriyle şöyle bir sorgulama içinde: “Kahraman mı olmalıyım, alçak mı?” Başka bir alternatif aslında onun için görülmüyor. Bir taraftan kaçıyor, kaçtığı için de kendisini sorguluyor, toplumun onu değerlendirmesi ya da tarif etmesi yok. Romanda da bunu göremiyoruz. Mezel kendi kendisini eleştiriyor ve sorguluyor. Bu yaşadıkları bir kader değil Mezel için. Mezel, geçmişi unutabilmenin tek yolunun ölümle yüzleşmek olduğunu düşünüyor. Çünkü zaten bütün öykü ölümle, âşık olunan kadının kaybıyla başlıyor ve çeşitli kayıplarla devam ediyor. Sonra annesinin ölümü var -ki günlerce cesetle birlikte yaşıyor, kentte ve bölgede o yıllarda en çok kullanılan sözcük ölüm... Haliyle biraz da ölümle iç içe yaşayan bir kişilik. Sevdiği kadınların ölümü özelinde tüm ölümlerden, ölülerle, cesetlerle kaçabileceğini düşünüyor. Buradan hareketle, sığınabileceği yer morg oluyor. Morg aslında Mezel için huzura adım atma yeri. Başka bir sığınma yeri bulamıyor çünkü başka çıkış yolu yok ona göre. O, Dicle’ye verdiği sözü yerine getirememiş, yaşama adım atmıştı. Varoluşsal sancılarını sağaltabilecek mekânsal bir yere ihtiyacı vardı. Bu da morg oluyor. Morgda da aşksal bir durum söz konusu. Çünkü sevdiği, ilk aşkı Dicle’yi de en son morgda görüyor, orada sonsuzluğa uğurluyor. Morgdaki o son anı yıllar sonra karşısına çıkıyor ve onu unutabileceğini düşünüyor.
Kitapta sürekli kendisiyle kavga eden bir kişilik görüyorum. Sürekli kendisine kızan, kendisinin alçak olduğunu, sevdiğine ihanet ettiğini vurgulayan bir karakter... Mezel neden kendisiyle bu kavgayı veriyor?
Bunun politik bir okuması da söz konusu. Mezel, belirttiğim gibi 1990’lı yılların Diyarbakır’ında politik bir arkadaş çevresine sahip ancak âşık olduğu Dicle’nin ölümü sonrası bir karar verme zorunda hissediyor kendini. Aranan biri olduğunu düşündüğü için kenti terk ediyor. Ancak onun en büyük çelişkisi kenti terk etmesi değil, Dicle’nin öldüğü anda verdiği karardır. O ana ilişkin bütün hatırlayışlarda, çağrışımlarda, kendisine kızıyor, âşık olduğu kadına yani Dicle’ye ihanet ettiğini düşünüyor. Çünkü o Dicle gibi “kahraman olmayı” değil, bu kahramanlığın dışında kalmayı seçiyor. Çünkü o yıllarda kahraman olmaya karar verdiğinizde, bambaşka bir dünyaya kapı aralardınız. Bu aralanan kapı, beraberinde çetin bir mücadeleyi getirirdi. Ölüm, işkence, hapsedilme, acılar... Bütün bunlar o dönemdeki politik ortamda kahramanlık olarak kendini bulmuştu. Ama diğer taraftan bütün bu sarmal içerisinde, tüm bunlara tanıklık etme vazifesini kendisinde gören biri var: Mezel...
Kitabın başkarakteri Dicle… Başından beri Dicle’nin hayatını kaybettiğini biliyoruz. Daha sonra Dicle’nin barış isterken öldüğüne şahitlik ediyoruz Mezel’in anlatımlarıyla. Ancak nasıl öldüğünü bir türlü öğrenemiyoruz. Bu okuyucuda soru işaretlerine neden oluyor. Bir yandan da Mezel açısından yarım kalmış tamamlanamayan bir hikâyeyi yaşıyor okuyucu. Okurda bu tamamlanamamışlık duygusunu neden bırakıyorsun?
Öldüğümüzde de aslında her şey yarım kalmıyor mu? O mutlak ve sonsuz an, birdenbire geliyor ve her şey yarıda kalıyor. Mezel karakteri üzerinden düşündüğümüzde de hep kopuk bir kişilikten bahsediyoruz. Yaşantısı kopuk. Kayıplarla iç içe yaşayan biri. Böylece olunca aslında romanın da kopuk ve yarım kalmışlığı karakterle kanımca uyuşuyor. Belki de Mezel’e çok fazla acı yükleyerek haksızlık ettim ama bu benim suçum değil. Bu olsa olsa bu acıları ona yaşatanların suçu. Sistemin, devletin, babasız kalışın, âşık oluşunun suçu. Yaşamı seçtiği için belki de Mezel’in suçu. Somuta indirgersek, okuyucuda bir eksiklik, tamamlanamamışlık bıraktığım doğru.
Mezel, neden bu acıları hak ediyor?
Çünkü O yaşama adımını attı. Âşık olduğu Dicle yok oluşa doğru adım atarken, Mezel geriye varoluşa doğru adım atıyor. İşte bu adımla, sorumluluk bilincini yüklemiş oluyor ve bütün yaşadıklarının suçu böylece başlıyor. Eğer, Baran onu bulup yargılayabilseydi belki de yargılama sonucunda Dicle’nin ölümünden hem sorumlu hem suçlu bulunabilirdi.
Neden trendeki kadını kiralık kadın olarak tanımlıyorsun?
Ara yaşantı bölümünde Mezel bir sorgulama içerisine giriyor. Mezel’in ikinci kişiliği olan morg görevlisi Mezel’e şöyle diyor: “Mezel, her dinleyen dinlenenin fahişesidir. Başka bir gün roller değişir.” Burada aslında Elif’in tek yaptığı şey dinlemek. Sadece birkaç günlüğüne kendi hikâyesini anlatma ihtiyacı duyan birinin yani Mezel’in ikna ettiği bir karakter. Bu kadar acılarla dolu bir öyküye Elif kişiliğinde biri dışında başkasının inanabileceğini katlanabileceğini sanmıyorum. Mesela ben olsam Mezel’e katlanmazdım, trenden atardım. Mezel, acılarla çıldırmak ile akıllanma arasında debelenip duruyor, kimseyi dinlemiyor, dinlemeye katlanamıyor. Herkesin kendi acısına odaklanmasını, kendisini anlamasını istiyor. İstanbul Haydarpaşa Tren Garı’ndan başlayarak, Diyarbakır Tren İstasyonu’na kadar durmadan anlatıyor. Hiç de iç açıcı, komik, sevimli, sevindirici değil. Kitabın en donuk, “konuş be kadın” diye sinir olacağımız Elif, tüm bunlara katlanarak dinleyen pozisyonunda. Bu yüzden morg görevlisi tarafından “kiralık kadın” olarak tarif ediliyor ki, bir yerde doğru tanımlama. Çünkü dinleyen pozisyonunu hiçbir zaman yitirmiyor.
Mezel, Odima Üçlemesi’nin ilk romanı. Devamını elimize ne zaman alacağız?
Öncelikle Mezel’in yokluğuna alışmam gerekiyor. Benim için çok farklı bir kopuş oldu. Kutsal bir değerimi, iyi bir dostumu kaybetmiş gibiyim. Erkenden trenden atmalıydım onu ya da hiç trene bindirmemeliydim. Bir insana, karaktere sırf var olduğu için, yaşamayı seçtiği için bütün bunları yaşatmamalıydım belki de. Ama bizler düşünen, sözüm ona akıllı ama acımasız canlılarız. Kişisel olarak yazmaya lanetlendiğimi düşünüyorum. Devletler yeni acılar yaşatıyor, ölümler çoğaltıyor. Bize düşen yazmak. En güçlü silahımız klavye. Ama şimdilik müsaade edersen ikinci romanın ne zaman çıkacağıyla ilgili bir öngörüde bulunmayayım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.