VİDEO - Ağlayarak geldi, 20 sene sonra ağlayarak gitti
TİGRİS HABER - Üniversite basın yayın bölümünden mezun olduktan sonra 6-7 yıl Ankara Radyosunda memur olarak görev yaptıktan sonra yayın şefi ve program yapımcılığı sınavına girip kazanan Murat Çoküreten Ankara ya da İzmir’e tayinini beklerken Diyarbakır’a tayini çıkar. 20 yıl burada GAP Radyosunda görev yapar. Bu kararı kendisinin ve ailesinin nasıl karşıladığını şöyle anlatır;
DİYARBAKIRI ÇOK SEVDİM
“Diyarbakır radyosunda yayın şefi ve program yapımcısına ihtiyaç vardı. Hiç tereddüt etmedim hemen gidelim dedim. Sene 1988. Kızım Öykü de o zaman daha 3 yaşındaydı. Eşim de çalışmıyordu, o da kabul etti Diyarbakır'a geldik. Ama 20 sene kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Çünkü TRT Diyarbakır bölgesine gelenler 3-4 sene sonra torpil bulup kaçıyorlardı. Ben Diyarbakır'ı çok sevdim. Kişiler arası ilişkiler, insanların birbirlerine yaklaşımı bana çok samimi ve çok yapıcı geldi. Büyük şehirlerdeki o soğukluk, o mesafe yoktu. Hoşuma gitti. Burada yaptığım işten de memnun kaldım. Program hazırlıyordum. Program sürelerini tutuyordum. Yayın şefliği yapıyordum. Gelen reklamları düzenliyordum, anonsları yazıyordum. Neredeyse radyonun bütün yükü bendeydi. Radyo müdürümüz de sağ olsun beni destekliyordu. O şekilde 20 sene kaldım. Ama 20 yıl boyunca sadece TRT'de çalışmadım. Mesela Dicle Üniversitesinde bir öğretim görevlisi açığı olduğu söylendi. ‘Hocam radyo televizyon derslerine girebilir misin? Dediler. Tamam dedim, kabul ettim. Bir sene öyle geçti. Doğa sporları kulübüne sonra da hakemlik kurslarına gittim, hakem oldum.
‘Buranın kültür ve doğa hazinesi olduğunu keşfettim’
Haber amaçlı bütün Doğu ve Güneydoğu bölgesini gezme imkânım oldu. Yörenin insanlarıyla çok iyi temaslarım oldu. Buranın aynı zamanda bir kültür ve doğa hazinesi olduğunu keşfettim. Gerçekten doğal güzellikleri ve kültürel varlıkları muhteşemdi. Ama bilinmiyordu. Ben 1998'de geldim. Tanıştığım insanlar 90’lı yıllarda yaşadıkları acıları anlattılar. Bunları tabii biz Batı’da iken bilmiyorduk.
2018 yılında eşimin isteğiyle İzmir radyosuna tayin istedim. Eşim de burada bir memuriyete girmişti, emekli olmak istiyordu; ‘Ben artık deniz havası olan bir memlekette yaşamak istiyorum. Ben de Diyarbakır’ı çok sevdim ama 20 sene yeter’ dedi. İzmir'e gittik. İzmir radyosunda bir sene kadar daha çalıştım. Eşim de ben de emekli oldum.
Diyarbakır ikinci şehrim oldu
Babam aslen Eskişehirlidir. Daha önceden Eskişehir’e Balkan Göçmeni olarak gelmişler. Babam havacı astsubaydı. Görevi gereği Diyarbakır’da alaya atanmış. Babam burada görevli iken ben burada dünyaya gelmişim. Hani derler ya; ‘Diyarbakır’ın suyunu içen havasını koklayan döner dolaşır tekrar gelir’ diye. Ben de yıllar sonra Diyarbakır’a atandım. 20 sene kaldım. Yani doğumdan 3 yaşıma kadar burada kalmışım. Atandıktan sonra da 20 sene kaldım. Diyarbakır benim Ankara’dan sonra en çok yaşadığım en uzun yaşadığım ikinci şehrim oldu. Şimdi de İzmir de yaşamaya devam ediyorum.
‘Yaşadıklarımı ve insanları asla unutmadım’
Burada yaşadıklarımı, tanıştığım insanları asla unutmadım. Onların bana anlattıkları hafızamın bir köşesinde hep kaldı. Emekliliğin tadını çıkarayım diye ilk kez Küba'ya gittim. Küba'da gördüğüm o manzara, Küba’nın tarihi kültürü beni yazmaya teşvik etti. Küba kitabını yazdıktan sonra, Diyarbakır’daki bir öğrencim; ‘Kitabını okudum, çok güzel hikâyeler var’. Dedi. Ben bunlar hikâye değil benim orada birebir yaşadıklarım dedim. Öğrencim de; ‘Hocam bir de hikâye kitabı çıkarın’ dedi. Benim de aklımda Diyarbakır'a ait bir hikâye yazma vardı. Böylece Diyarbakır’lı Ferzan'ın hikâyesini yazmaya karar verdim. Tabii esin kaynağım burada olmadığım 1990'lı yıllarda yaşanılanların bana anlatımlarıydı.
‘TAPINAK AĞACI’ KİTABININ ÖYKÜSÜ
Liceli bir arkadaşım Lice olaylarını anlatmıştı. Bir başkası Vedat Aydın cinayetini anlatmıştı. Bütün bu olayları ben de hikâyenin başkahramanı olan Ferzan’a yaşattım. Böylece Ferzan hem Vedat Aydın olayını hem de Lice olaylarını yaşadı. Hem de Ferzan’ı askere gönderdim. Askerde benim başımdan geçen olayları Ferzan'a yaşattım. Ben askerliğimi asteğmen olarak yapmıştım. Orada bir Kürt gencinin yaşadıklarına bizzat tanık ve ona destek olmuştum. Kendisi alayda telefonda hasta annesiyle Kürtçe konuşamadığı için ben de onun Kürtçe konuşmasını sağlamıştım. Bütün bunları hikâyeye aktardım.
Daha sonra Almanya'ya gittiğimde, Almanların içinde Türkçe konuşmanın ne demek olduğunu gördüm. Otobüste Türkçe konuşurken Almanların aşağılayıcı bakışlarına şahit oldum. En sonunda kavga çıktı. Onu da bir başka öykü olarak anlattım ve iki öyküyü birbirine bağladım. Üçüncü kitabım olan ‘Tapınak Ağacı’ hikâyesi böyle ortaya çıktı.
Bir de TRT'de ‘Efsaneler Hikâyeler’ adında bir radyo programı yapıyordum. O programda derlediğim hikâye ve efsaneleri de kitap haline getirdim. O da güzel bir külliyat oldu.
Diyarbakır radyosuna atandığımı duyduğunda bazı yakınlarım abartmıyorum dizlerini dövüyordu. ‘Vah vah Diyarbakır’a mı gideceksin, Boş ver program yapımcısı olmayı. Sen burada memur kal, ne yapacaksın Diyarbakır’da, Orada başın derde girer. Orada olaylar var.’ Diyorlardı.
Ağlayarak geldi 20 yıl tekrar sonra ağlayarak gitti
Yalnız ben Diyarbakır’a gelmeden Diyarbakır’ın ne olduğunu zaten biliyordum. Devamlı araştırma yapan devamlı okuyan bir insanım. Bu yüzden tayin kararını çok fazla yadırgamadım. Sadece tek yadırgadığım şey havaalanına iner inmez silahlı askerlerin beni karşılaması oldu. Havaalanında askerin ne işi var diye düşünmüştüm.
Toplu konutta yaşamaya başladık. Komşularımız bize dört elle sarıldı. Bizi benimsediler Her gün birbirimize gelip giderdik. Hatta Ankara'dan çok daha iyi bir ortamda buldum kendimi. Eşim, o kadar iyi bir ortamla karşılaşacağını tahmin etmiyordu. Daha sonra buranın insanını tanıyınca çok sevdi. Komşularımızla kaynaştık. Eşim sonradan ‘Ben burada hayatımın en güzel günlerini yaşıyorum’ dedi. Ama gelirken çok ağlamıştı. Çünkü çok farklı bir ortamla karşılaşacağını zannediyordu. Ağlaya ağlaya geldi. 20 sene sonra yine ağlaya ağlaya gitti.
Buraya dediğim gibi ben hazırlıklı geldim. Eşim çok farklı bir ortam buldu. Hatta şöyle bir şey söyleyeyim eşimin ablası Almanya'da yaşıyordu. Özlemişlerdi. Eşime telefon açıp ‘Diyarbakır'a gelip sizi ziyaret edelim, orada döviz bürosu var mı?’ Diye soruyorlar. Diyarbakır sanki insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum kaldığı bir yer olarak zihinde yer etmişti.
Tabi bunda Diyarbakır'ı ve burada yaşayanları ötekileştirme yaklaşımlarının rolü var. Hatta şimdi bile Diyarbakır'ın ne kadar gelişmiş bir şehir olduğunu, insanların ne kadar cana yakın ve sıcak olduğunu bilmiyorlar.
21 plakalı arabamın başına gelenler
Ben burada ilk arabamı aldığımda şehrin 21 plakasını taktırmıştım. Batıda bizi nasıl karşılayacaklarını bilmiyordum. Ankara'ya memleketime gittim. Annem, babam, kardeşlerim orada. Oraya gidene kadar inanılmaz tacizler gördüm. Kayseri'de beni uçurumdan yuvarlıyorlardı. Ankara'da beni sıkıştırdılar sırf 21 plaka olduğu için. Yani bunlar inanılmaz şeyler, çok üzücü şeylerdi. Ama bunlarla da karşılaştım. Bunu kıramadık. Bu kitapta da istiyorum ki okuyanlar burada nasıl yaşanıldığını, görsünler. Bilmeyenler var. Çünkü iki toplum birbirinden çok habersizler. Batıdakiler burada ne olduğunu bilmiyor.
Köprü olmayı başaramadık
Buradakiler de Batıdakileri bizi ötekileştiriyorlar, bizi dışlıyorlar diye suçluyor. Bölgeler arası bir köprü oluşturmak gerekiyor. Ama bir türlü bunu başaramadık. Umarım bizden sonrakiler başarırlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.