Kendi sesine ağlayan dengbej
Tigris Haber - Çocukluğunuzdan beri hayatınız Sur’da geçti. Okurlarımıza kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
İşçi babanın çocuğu olarak; Sur içinde, Yenikapı civarında, Tırbasibi’nin arka tarafına düşen mevkide, avlulu taş bir evde doğdum. 15 yaşına kadar Sur içinin çeşitli yerlerinde evlerde ikamet ettiği ettik. Sokakların kokusu, hırgürü, kavgalar, dövüşler içinde; komşuluk ilişkilerini birebir yaşadım. O şansa sahip son kuşaklardan biriyim. İlkokulu mahallemizde Diyarbakır’ın de eski bir okulu olan Süleyman Nazif İlkokulu'nda okudum. O dönemden beri okumaya çok düşkünüm. Kitaplara merakımı ailemde bilir. Daha doğrusu her şeye meraklı bir çocuk olduğumu söylerler. Annem hala bu merakımı söyler. Bugün de o merakım devam ediyor. Yaşadığım çevreye, doğasına, mimarisine, insanları, dünyayı anlamaya dönük merakım aynı şekilde devam etmektedir.
14-15 yaşına kadar Sur içinde yaşadık. Fakat bir ara Sur içinden taşındık. Bu taşınma sebebi de benden kaynaklanmıştır. Çünkü çocukken Hevsel’de saatlerce kalırdık. Dicle’nin suyu o zamanlar bugünkü gibi değildi. Suyu hem daha çok ve akışı daha yoğundu. Bugünkü gibi çay görünümünde ve cılız değildi. Bize deniz gibi geliyordu. Nehir boyuca plaj gibi kumlar vardı. Arkadaşlarla Dicle’de suya girer, yüzerdik. Dicle’de çok boğulma vakaları olurdu. Hevsel Bahçesine de, iyisi- kötüsü her türlü insan geldiğinden; annem ve babam bizi olabilecek herhangi bir tehlikeden korumak için; şehrin en son noktası sayılabilecek, İskân evleri tarafına taşıdılar. Liseyi ise Şehitlikte okudum. Sur dışında yaşamaya başlamıştık ama arkadaşlarım Sur içindeydi, onları bırakmıyordum.
Çocukken de çok çeşitli işlerde çalıştım. Yedi yaşından itibaren çok çeşitli işlerde çalıştım. Hayatım hep çalışarak geçti. O dönem; tenekeci, terzi çıraklığı, işportacılık, gazete satıcılığı,, şu satıcılığı, çakmaklara benzin satma gibi işlerde çalıştım. Hiç unutmam; Yılmaz Güneyin Sürü filmini belki kırk defa izlemişimdir. Sırf film izlemek için Dilan sinemasında gazoz bile sattım. Böyle bir ilgiyle, merakla ve okumayla geçti çocukluğum.
SESİ İNSANIN İÇİNE ÖYLE İŞLERDİ Kİ, SENİ SENDEN ALIRDI
Sur’da çocukluğunun geçtiği dönemde öyküleri, masalları kimler anlatıyordu. Bunlardan nasıl etkilendin?
Biz masallarla büyüdük. Yeni Kapının Koro Mahallesi'ne yakın bir yerde oturuyorduk. Orada, Mazankara denilen bir yerde, 5-6 ailenin oturduğu büyükçe avlulu bir evde oturuyorduk. Yaşlıca bir komşumuz vardı, Piro Medine diye bir teyze vardı. Ondan sürekli Kürtçe masallar dinlerdik. Piro Medine teyzenin bıraktığı yerden babam devam ederdi. Babama da dedem anlatmış. Fakat ben dedemi görmedim. Dedem de çok iyi bir masal anlatıcıymış. Babamlar köyden şehre ilk göç edip yerleşenlerden olduğu için; evimize köyden amcalar, akrabalar gelir giderdi. Babamın teyzesi oğlu olan bölgenin önemli dengbejleri neden olan Hüseyin'i Fari gelirdi. Onun anlatım tarzı, olaylara yaklaşım tarzı, sesi beni çok derinden etkilemiştir. Ölene kadar da kendisiyle görüşme imkânı buldum. Çok berrak bir sesi vardı. Kendine özgü bir sesi vardı ve dinleyince adeta insanın içine işlerdi. Serhat dengbejlerinden etkilenmiştir. Sesi ile kendi dünyasına, sözlü kültürün kadim dünyasının derinliklerine götürürdü insanı. Onunla ilgili bir mısram vardır. Kendi Sesine Ağlayan Dengbej diye. Birebir şahitliğim de vardır. Ofiste yeni yeni kaset dükkânları açılmaya başladığında oralarda oturdu. Bazen denk gelirdim. Caddenin karşı tarafında onun şarkıları çalınırdı. Kendi sesini dinlerdi. Fakat birçok dengbej gibi o da yoksuldu, üstü başı yırtıktı. Millet onun sesini dinlerdi, o da uzaktan; nemli ve hüzünlü gözlerle uzaklara dalar, kendi sesini dinlerdi; o sese hayran biri olarak. Maalesef, birçok dengbej gibi o da yoksulluk içinde öldü.
Sur'un; bin yılların derinliklerinden süzülerek gelen bu kültürel, sosyolojik yapısı birçok sanatçıyı, aydını, edebiyatçıyı olduğu gibi beni de derinden etkilemiştir. Bu etkilenme durumum, ilk dönem şiirlerime, günlüklerime, düz yazılarıma da yansımıştır. Yani dünyamı ve beni şekillendirmede bu kültürel ortamın önemli bir katkısı olmuştur.
İlk şiirlerini ne zaman yazmaya başladınız?
İlk şiirim; 1987 tarihini taşır. Sadece yazdığım o ilk şiirimi yırtmadım. Daha sonra 7-8 yıl boyunca yazdığım bütün şiirlerimin yüzde doksanını; Veysel Öngören ustayla tanıştıktan sonra yaktım. Yakmadığım o ilk şiirim ise; bir çırağın bir gününü anlatıyordu.
Niye yaktın?
Daha sonra geldiğim estetik düzeyi o yazdıklarımın şiir olmadığını bana gösterdi. Ben de kendine karşı acımasız olan, kendini rahat eleştirebilen, beğenmediğini kendi kendine söyleyen biriyim. Bundan dolayı pişman da değilim. Bugün de olsa yakarım. Yakacağım, varsaymadığım şeyleri yazmıyorum. Sadece ilk şiiri yakmaya elim varmadı. Daha sonra Halepçe ile ilgili yazdım. Fakat bu şiiri basılan kitaplara yoktur. Kitaplara girmeyen birkaç şiir daha var. Ama dosyam da duruyor.
Bir kültür şehri olarak; Diyarbakır’ın geçmişten gelen zengin bir kültürel birikim ve alt yapısı var. Uzun yıllardan beri süzülerek gelen sözlü bir edebiyat var. Doğal olarak bunları; dedesinden, ninesinden, babasından dinleyerek büyüyenler de, herhangi bir edebi öz varsa; kişiyi ya şair ya yazar ya da dengbej yapıyor. Bu kültürel altyapı sizi nasıl etkilemiştir?
Her şeye meraklı bir insan düşünün; gezmeye, görmeye, okumaya, yeni yerler keşfetmeye, yeni bilgiler edinmeye meraklı birinin, bu devasa zenginlikteki kültürel yapıdan etkilenmemesi mümkün mü? Çocukluğumuz bu kültürler içerisinde geçti. Diyarbakır Ermeninin, Süryaninin, Kürdün, Türkün bir arada yaşadığı; kültürlerin harmanlandığı bir alan. Doğal olarak insanların birbiriyle ekonomik, sosyal ve insani ilişkileri arasında nasıl bir köprü oluşuyorsa; kültürlerde birbirlerinden etkilenerek aralarında bir alış veriş oluyor. Doğallaşan bu ortamda büyüyen herkesi ister istemez bir biçimde etkisi altına almaktadır. Elbette ben de bir biçimde bundan etkilenmişimdir.
BÜYÜKLERİN ÖNYARGILARI, ÇOCUKLUĞUMUZUN DÜNYASIYLA UYUŞMUYORDU
O dönem doğal olarak her etnik kesimden çocuklarla arkadaşlıklarınız vardı. Birlikte büyüdünüz. Ama aileler bu arkadaşlıkları onaylamıyordu. Ailelerin bu yaklaşımları sizleri nasıl etkiliyordu?
Tabii bir önyargı vardı. Büyüklerimiz bize; o Ermeni Mahallesi'ne gitmeyin, yanından geçmeyin, yemeklerini yemeyin, sizleri keserler diye bizleri korkuturlardı. Bizler de çocuğuz, ister istemez etkiliyordu. Fakat şöyle bir çelişki de ortaya çıkıyordu. Onlarla oynuyorduk ama büyüklerimizin bize söyledikleri gibi bir kötülükte görmüyorduk. Kafamızda bir kuşku yaratıyordu. Onları tanıdıkça zaman içerisinde bu çelişkileri aştık. Birbirimizi tanıdıkça anlatılanların ne kadar önyargılı olduğunu görebiliyorduk. Onlar da bizim gibi Kürtçe, Zazaca konuşuyorlar. Neden yemekleri yenilmez diyorduk. Yemeklerini yedik, bir şey olmadı. Bizimkilerden daha güzel yemekler yapıyorlardı. Sofraları, yürekleri daha samimi ve daha cömertti. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim çocukluktan kalan damak tatlarından aklımda kalan onların yemekleridir. Bizim yemeklerden, daha doğrusu annemin yemeklerinden ziyade onların yemeklerinin tadı bir başkaydı.
Bahçeye gidiyorsun, birlikte top oynuyorsun; onların dini ayrı gibi bir düşüncemiz yoktu. Aramızda böyle bir ayrım yoktu. Onlar orada oturuyor, onlar Ermenidir, gâvurdur gibi şeyler o dönem çocukluğun getirdiği coşku ve oyunlarımız içerisinde bizim çok ilgilenmediğimiz şeylerdi. Bizi daha çok ilgilendiren sokaktaki oyunlarımızdı, aramızda önyargısız, saf bir ilişki ve paylaşımdı. O dönemde arkadaşlarımızdan derecelere girenler vardı. Daha sonradan üniversitelere giden birçok kişi oldu. Aramızda onlarla bilgide yarıştırdık. O dönem evimizde elektrik de yoktu, elektrik evlere yeni yeni geliyordu. Gaz lambasının ışığı altında ders çalışıyorduk. Okuma hevesi ve gayretimiz vardı. Sonradan çok güzel yerler kazananlar oldu. Ben de edebiyatımı geliştirmek için; Eğitim ve Edebiyatı okudum.
Babam köy çıkışlı, orman fidanlıkta çalışıyor. Ağaç budama, dam loğlama işlerini iyi bilir. Bir defasında, Hançepek’te Ermeni yaşlı birinin evi, yağmurdan dolayı çökme tehlikesi oluşuyor ve damdan eve su damlıyormuş. Dam'ın acilen loğlanması gerekiyormuş. Kahvenin sahibi babam için, Xalê Sadık bu işi iyi bilir, gelince gönderelim diyorlar. Akşam evde bir telaş başlıyor ve annem; ‘sen gidersen seni keserler, çayına zehir atarlar.’ Diyerek babamı göndermek istemiyor. Fakat babam annemi dinlemeyerek, gidiyor evi loğluyor. Babam para almak istemiyor. Ama parayı zorla veriyorlar. O ara başka yaşlıların da evlerinin damlarını loğluyor. Yemekte veriyorlar. Evde anneme anlatıyor. Bildiğim kadarıyla annemin önyargısı bitiyor.
ONLARIN EKSİKLİKLERİ HEP HİSSEDİLDİ
Kalan Ermeni ve Süryanilerde gidince, Diyarbakır’da, onların eksikliği hissedildi mi?
Diyarbakır'ın bir kültürüydü. Onlar da sahipleriydi. Diyarbakır; ekonomik, kültürel, sosyal zenginliğinden çok şeyler kaybetti. Onların eksikliğini hala da yaşıyoruz.
Geçmiş tarihsel dönemde yaşanan trajik ve dramatik olaylar; çocukluğumuzda bize fazla yansımadı. İnsanlar bunları bir başkasıyla paylaşmaz ama insanların pişmanlığını zaman içerisinde daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Bu konuyla ilgili olarak toplum kendisi ile yüzleşmiştir diye düşünüyorum. Mesele politik güçlerin yaklaşımıdır.
Yüzlerce yıl öncesinden gelen komşuluk, dostluk ilişkileri vardı.
Kirvelik ilişkisi var. Çocukluktan hatırlıyorum şekeri genelde Süryaniler yapardı. Şeker, helva atölyeleri vardı. Bayramlarda şeker yaparlardı. Paskalya bayramında da Müslümanlar köylerden yumurta getirir onlar için boyardı. Sanatçı yönleri daha fazlaydı. Üretkendiler. Birçok sanat dalında yetkindiler. Eski ve yeni Diyarbakır'da bugün sanatını devam ettiren demircilik, kuyumculuk, marangozluk, hasırcılık, taş ustalığı, terziliği hep onlar yapardı. Şimdi yaşayan birçok ustaların çoğu onların yanında yetişti. Mesleklerini onların yanında öğrendiler.
Şiir üzerine ne söylemek istersin?
Şiir yazmaya lise döneminde başladım. Tabi ki; ilk yazdıklarım aslında şiir denemeleriydi. Sonraları daha akademik daha bilimsel yazmak istiyordum. Öğretmenlik mesleği de ilgimi çekiyordu. Ticaret lisesinden mezun olmama rağmen edebiyata daha çok düşkündüm. Okumam gereken yerin; Edebiyat Fakültesi olması gerektiğine liseyi bitirmeden önce karar vermiştim. Hazırlıklarımı ona göre yaptım. Eğitim Edebiyat Fakültesine girdim. Daha bilimsel, akademik ve metotsal çabalara giriştim. Bu süredeki bir şansım; Diyarbakır edebiyat ortamının canlı olduğu bir dönemde, Veysel Öngören estetiysen, şair abimiz vardı. Onunla tanışma imkânım oldu. Ölene kadar ondan ayrılmadım. Ustam olarak onu kabul ederim. Hangi kaynaklardan beslenmem gerektiği. Nasıl okumalar yapmam gerektiğini 18-19 yaşında öğrenmeye başladım. Şiirini bulmak istiyorsan bazılarından şimdilik uzak durmam gerektiğini söylerdi. Beni daha çok ikinci kuşak şairlerinden; Edip Cansever, Tomris Uyar ve Cemal Süreyya şiirleri ile tanıştırdı. Benim gibi sokakta büyüyen birinin böyle isimlerle karşılaşması ve bunları okuması, kültür haline getirilmesi bir şans. Bu anlamda Veysel ağbiyi minnet ve saygı ile anıyorum. Bitirme tezimi de beraber hazırladık. Edip Cansever de bana şiir ve çok şey kattı. Dünya görüşüme, ideolojik yaklaşımıma, dünyayı algılayış tarzıma, çok etkisi oldu. Tabii Veysel abiye şiir beğendirmek mümkün değil. 2- 3 yıl direttim, en son en son 93 yılın da yazdıklarım ona göre şiir değildi. Daha sonra onları yaktım, yakmamın sebebi de buydu. Veysel abi en son 91’de üniversite de çıkardığımız Yakın diye bir dergi vardı. Orada 1-2 şiirim yayınlandı. Sonra; 93 yılında Evrensel Kültür Dergisinde yayınlandı. 24 yaşındaydım, heyecanlanarak Veysel abiye götürdüm. Veysel abi bir iki kez okudu, yüzüme baktı. Tabii ben ne diyecek diye bekliyorum. Bana olacak, oluyor daha çok çalışman gerektiğini söyledi. Bu sözünü unutmam.
Bu şekilde devam etti zaman içerisinde o dönem çıkan dergiler edebiyat okurlarına daha çok hitap ediyordu. Bu dergilerde şiiri, yazısı çıkmayan birisinin şair, yazar diye kabul edilmesi mümkün değildi. Bu dergilerde yazı, şiir yayınlatmak zordu. Jüriler vasıtasıyla ya da işin başında çok önemli bir üstadın değerlendirmesi, gözetiminde ancak çıkabilir ki; bu da ancak altı ayı ya da 1-2 yılı bulurdu. Bizim gibi merkezin uzağında kalan birinim böyle önemli bir dergide şiirinin yayınlanması için ciddi bir emek harcamamışsa yayınlanmaz şansın yoktu.
Şiirin okuyucuda etkili olması neye bağlıdır?
Bunun ilhamla ilgisini düşünmüyorum tabii. Paul Valery şiir yazma konusunda; yazmanın yüzde biri ilham ya da etkilenme, bir duygunun güdümüne girmekse gerisi, %90 dan fazlası şairin disiplinidir der. Tabii ki bu bilgi birikimine yansıyan bir disiplindir. Bilgi, birikimin, dünyayı algılayış tarzın varsa o yansıyabilir. Bana göre şairin hayatla kurduğu bağ samimi ise belirli bir estetik düzeyde yakalamışsa şiirleri de samimi olur. Oradaki aşk, acı daha gerçekçi durur. Kendi ruhundan fışkıran o samimi duygular imgeye dönüşürken doğal olarak okuyanı da etkiler.
Çocukluğumuzun geçtiği Sur’da dolaşırken size neleri hatırlatıyor?
Ben haftanın yedi günü Sur içerisindeyim. Surun içine girmediğim zaman yoktur. Sur içine her girdiğimde başka bir gözle bakabiliyorum. Sokaklara, taşlara, insan ilişkilerine çok iyi bilmeme rağmen; başka bir gözle, başka bir merakla yeni bir özelliğini öğrenebiliyoruz.
Tabii ben şiirde sadece Sur’u yazmıyorum. Belki ilk dönem; Diyarbakır, çocukluk, İki Dilde Kederlenmek kitabımda bu izdekler hâkimdir. Ama şiirde zaman içerisinde bu izdeklerin dışına da çıktım. Eski Kent Kırgınlıkları tamamen Ermeniler üzerine yazılmış şiirlerden vücut buluyor. Ama son İnsanın Kimsesi daha başka sorunları mercek altına alıp, kısa, yoğun biçimlerle şiirleştirmeye çalışıyorum.
İlk kitabımda hem de kişisel tarihimiz hem kentle ilgili otobiyografik özellikler taşımaktadır. Ama zaman içerisinde dünyayı algılama, başka yaşanmışlıkları görme, onların yaşadığı acıları, sevinçleri hissetme; ister istemez başka şiir damarlarına götürmektedir. Duyarlı bir insanın kendi çevresinin dışındaki gelişmelere de duyarsız kalması düşünülemez. Edebiyatçı kendini dar sınırların içerisine hapsedemez. Evrensel değerlere, değişmeyen insan sorunlarına, başka kimliklere, hayatlara açılma ihtiyacı yazarın kapasite ve algısına göre açılmaktadır. Kabuğunu kırarak sınırları dışına açılması onu da genelde bilinir kılmaktadır.
BİR ZENCİ İKİ KEZ YALNIZDIR
Diyarbakır dışına çıktığında neler hissettin?
Ben 10 yıl Diyarbakır dışında yaşadım. İstanbul'da hem çirkin hem zenci hem kel bir adamın yalnızlığını, sıkıntısını hissedebiliyordum. Onun şiirini de yazdım. İstanbul, Beyoğlu'nda bir zencinin yalnızlığı için; bir zenci iki kere yalnızdır diyorum. Hem fiziki durumu hem de dil bilmezliği diye. Diyarbakır dışına çıkmış olsam bile; bir tarafım hep buradaydı. Bu özlemi her an hissedebiliyorsun. Çünkü çocukluktan başlayarak kültürel mayalanmanın gerçekleştiği bir alanın akla gelmemesi, unutması, her an onu özlememesi mümkün değildir. Çünkü eski kuşakların dediği gibi doğduğun, büyüdüğün, kişiliğini bulduğun topraklar her zaman seni çekmektedir.
Çift Kafalı kitabınızı nasıl kurguladınız?
Eski Kent Kırgınlıkları şiir kitabında tamamen bir kitap olarak tasarlanmış. Eski Ermenilerin, eski kültürlerin yaşantısı, bıraktığı boşluk, şu anki insanların durumu, onların yaptıkları, yarattığı mimari yapılar; bunların hepsi 18 şiirde anlatıldı ama anlatılacak daha çok şey duygusu vardı bende. Şiirde zorlamaya gelmiyor. Bir kitap boyutuna gelemedi. Ancak bir bölüm oldu. Bu meseleyi tarihsel zeminde anlatma zorunluluğu bani romana yöneltti Çift Kafa’ya yöneltti. Uzun süredir de romanla, hikâyeyle ilgiliydim. Yazma deneyimlerim çok azdı. Ama günlükten, hikâyeden gelen bir düzyazı terbiyem vardı. 2005 yılında Diyarbakır’dan bir vesileyle ayrılıp, Mersin'e yerleştim. Ben yerleştiğimde Çift Kafa’nın karakteri Yakup; Kırklar Dağından içeri giriyordu. Benim roman metni de öyle başladı. 10 yıl içerisinde ete kemiğe büründü. Düzeltmelerden sonra 2017 yılında yayınlandı.
Şiirimde anlatımı bırakmıştım. Özellikle üçüncü şiir kitabımda daha imgesel bir dil kullanmaya başladım. Daha soyut daha minimal. Benim anlatacak da çok şeylerim var bunların bir yerde vücut bulması bir türe girmesi gerekiyordu. Bana roman türü uygun geldi. Bu vesileyle başladım. İlk kitabı çıkarmanın acemilikleri ile ilgili olarak biraz uzun sürdü. Bu işi bilen arkadaşların eleştirileri, önerileri doğrultusunda düzelttim. O dönemde kütüphanelerde araştırmalar yaptım. Ulaşabildiğim bütün kaynakları okumaya, araştırmaya çalıştım. Sonunda bu hale geldi ve yayınladık.
Romanında tasvirler çok yoğun, bu konuda okuyuculardan nasıl tepki aldınız?
Genelde okuyucuların çoğu bu betimlemelerin özel ve güzel olduğu; çok canlı olduğu ve samimi olduğu görüşünde hemfikirlik var. Her ne kadar roman bir anlatım, kurgu, olaylar dizini bütünü ise de; bu olayların resmedilişi, canlı tutulması birazda betimleme sayesindedir. Yani öncelikle okuyucunun kafasında canlanması gerekiyor.
Ayrıntılar kaybolmasın diye betimlemelere fazla yer verdiniz?
Tabii onların akılda kalması içindi. Betimleme bana göre şiirde imge neyse, düz yazıda da odur. Betimlemesiz bir anlatım sanatı olamaz. Betimlemeyi beceremeyenin de bir kurgu öykü, roman yazmasını düşünemiyorum. Öncelikle orayla ilgili ne düşünüyor, orada bir duvar var, orada bir bahçe var, bir su var. Onun kahraman da olaya bağlantılı olarak görünüş şeklini öğrenmemiz gerekiyor Ben burada yaşıyorum ama burayla ilgili herhangi bir duygum, fikrim, bana yansıyan bir görüntü yok. Yoksa ben karşı tarafa nasıl vereceğim.
Evet, zaman geçtikçe mekânlar da kayboluyor. Gelecek kuşaklar bundan habersiz olacaklar. Dolayısıyla detaylara inme, okuyucunun gözünde canlandırma önemli.
Çift Kapının girişinde Yakup şehre girerken Karaçiler Hanından bahsediliyor ama şimdi Karaçiler Hanı yok. Benim çocukluğumda da yoktu. 1960'larda kalıntıları olan bir mekân. Ama 1910’larda 1920’lerde vardı. Şimdi belki küçük bir duvarı kalmıştır. Şimdiye Hatun Kastalı duruyor ama çeşme akmıyor. Eskiden suyu akıyordu. Benim bunları uzun uzun anlatmam, olayın içerisine dâhil etmem ve bugünkü okuyucunun onları düşünmesini sağlayacaktır. Merak ediyorsa ileride Çift Kafanın geçtiği yerlerde bir gezinti yapabilir. Bu aynı zamanda bir yolculuk kitabıdır. Kırklar Dağından başlar; Karaçiler Hanı, Hatun Kastalından, Mardin Kapısından girer, Türbenin, Kervansarayın oradan çıkar. Bu bir rotadır.
Bunu devam ettirme çalışmalarınız var mı?
Devam ediyor. İkinci bölümde Çift Kafanın ne olduğu anlaşılıyor. Nasıl bir kurgu üzerinde bu romanı ilerlediği daha iyi anlaşılıyor. Mayıs ayında çıkacak Benusen Kitabında Çift Kafa artık şair yazardır. Edebiyatla yoğun uğraşmaktadır ve Benusen metninde bir karakter Edip karakterine dönüşür. Orada da yeni tanıklıklara, trajik bir aşk hikâyesiyle devam eder. Şehrin 90’lı yıllarını meyhane üzerinden anlatmaya çalışır. Okuyucular merak ediyorlarsa Mayıs ayında Benuseni bekleyecekler. Çift Kafa sonradan ne oldu?
DİYARBAKIR KIYMETİ BİLİNMEMİŞ BİR ELMAS GİBİ.
Diyarbakır'da büyümüş biri olarak Diyarbakır’ı nasıl tarif edebilirsin?
Diyarbakır kıymeti bilinmemiş bir elmas gibi. Bir Elmas fanus içinde yaşayan ama onun çoğunlukla farkında olmayan bir yapıp geliyor aklıma. Her karesinde yaşanmışlıklar, zorluklar mücadelelerin olduğu bir alan, bir şehirden ziyade her çeşitten dinden, ırktan insanların yarattığı değerler manzumesi. Yani oku oku, gez gez şehri hikâyeleri ile yaşanmışlıkları ile kültürü ile, tarihi ile, geçmişi ile geleceği ile görünür kılmaya çalışıyorum. Bu bir amaç benim için. Bunu başarabilir miyim bilmiyorum ama gayretim bu yönde. Yani şehrin bana kattığı değerler vardır. Bu şehirde büyümüşüz. Bir şehir çocuğu olarak emek vermiştir. Biz de şehrin bize verdiği emeğin karşılığını bir nebze olsun onu anlatarak, sesini dünyaya duyurmaya çalışma gibi bir sorumlulukla ona layık olmaya çalışıyorum. Yazdığım şiirler, çıkacak romanlar, öyküler bu minval üzerinde gidiyor.
Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim.
Bende size teşekkür ediyorum.
Mümin Ağcakaya /Özel
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.