VİDEO - Diyarbakır’ın kadınları ‘TEDxVefaWoman’da
Diyarbakırlı köy öğretmeni Derya Çok, TEDxVefaWoman’daki konuşmasında öğrencileriyle kurduğu samimi diyalogları anlattı. Konuşmasını kendi gibi, köy çocukları ve köy kadınları için mücadele eden tüm öğretmenler adına yaptığımı belirten Çok, kız çocuklarına “korkma, asla yalnız yürümeyeceksin!” mesajını güçlü bir şekilde dile getirerek, “Toplumsal normları, aile içi is bölümünü, cinsiyet rollerini yeniden kurguluyorsun. Sınıfta kız ve erkek öğrenciler birlikte mercimek çorbası pişirdik. Algılarının zamanla değiştiğini gördüm.”diye konuştu.
Diyarbakırlı girişimci kadınlardan Şehadet Çitil, TEDx konuşmalarında Diyarbakır’ın hikayesini anlattı. Çitil, “Çayını içmediğimiz, toprağına değmediğimiz kimseden ürün almıyoruz. Salçayı da kekiği de her yerden alırsınız. Bizim anlatmak istediğimiz ürünlerin hikayesi değil Diyarbakır’ın hikayesi, kadınlarının hikayesi” dedi.
“TEDxVefaWoman” İstanbul Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde yapıldı. TEDx konuşmalarında Diyarbakır’dan iki kadın yer aldı.
TEDxVefaWoman’da konuşan Diyarbakırlı kadınlardan Derya Çok ve Şehadet Çitil, Tigris Haber’e konuştu.
“Sonraki nesillere cesaret kaynağı olsun diye kabul ettim”
Sivil Sayfalarda habercilik yaptığını belirten öğretmen Çok, TEDxVefaWoman’a seçilme hikâyesine dair şunları söyledi: “Editörlerimizden birine köy deneyimlerimi anlatıyordum. Çocuklar bana bugün bunu dedi, şunu yaptı falan, Stand up gibi anlatıyorum ve gülmeye başlıyor. Bu anlatımlarım hep zihninde kalmış ve bir gün bana bir grup arkadaşından bahsetti. Ama TEDx olduğunu söylemedi. Bu grubun TEDx olduğunu WhatsApp grubuna eklendikten sonra haberim oldu. Tabii ilk zamanlar biraz gerildim de. Çok mu misyon yüklendim. Ben de diğer öğretmenler gibi bir öğretmenim aslında ama belki biraz sivil toplumculuk meselesinden dolayı biraz göz önünde olmuştur diye falan düşünüyorum. Neyse ben de ses kaydımı yolladım; birkaç hikâyemi, deneyimimi anlattım. Sonra soru sordular bir ses kaydı, yeni bir soru ve bir ses kaydı daha yolladım. TEDx konuşmasına uygun bir profil mi değil mi diye baktılar. Sonra bir baktım TEDx WhatsApp konuşmalarına eklenmişim. Sonra aradılar ön görüşme yaptılar. İstenilen çerçeveyi belirttiler; sonraki nesillere cesaret kaynağı olsun, başarılı örnekleri ön plana çıkarmak istiyoruz dediler. Ben de elim mahkûm kabul ettim.”
“Sanki işin rutininde, doğalında öğretmenlik varmış gibi tercihimi yaptım”
TEDx konuşmalarında kendini anlatacağını ifade eden Çok, şöyle konuştu: “Ben aslında kendimde olmayan hiç bir şeyi anlatmayı düşünmüyorum. Kendi hikâyemi anlatacağım. Öğretmen çocuğuyum; annem babam da ilkokul öğretmeni. Ben de ilkokul öğretmeniyim, kız kardeşim de ilkokul öğretmeni. Yani, ailede herkes öğretmen; 4 tane sınıf öğretmeniyiz. Okulda büyüdüm yani, tebeşir tozlarıyla büyüdüm. Köy lojmanında büyüdüm, belli bir yaşa kadar. Anne babamı derste ziyaret ederken daha okula başlamadan okuma yazmayı öğrendim. Aklımda öğretmenlikten başka hiç bir şey yoktu. Başka bir şey kurgulamadım zihnimde. Sanki işin rutininde, doğalında öğretmenlik varmış gibi tercihimi yaptım. İki yıllık Trabzon deneyimi dışında Diyarbakır'dan da çok çıkmadım. Diyarbakır Erganiliyim ve Diyarbakır'ı çok seviyorum. Kendi insanımı çok seviyorum, çocuklarımı çok seviyorum. 10 yıldır da köy okullarındayım, şehirde hiç çalışmadım. Bir müddet daha köyden çıkmayı düşünmüyorum. Şuan Çınar'a bağlı bir köy okulundayım.”
“Otostop hikâyesini çok cesur bir çıkış olarak görüyorum”
Öğretmen olduğum günden beri mesleğine dair en ufak bir şüphesinin olmadığını belirten Çok, şunları söyledi: “Her zaman çok isteyerek yaptım mesleğimi. TEDx'e davet edilmem de zaten köydeki güçlü bir kadın karakter imajı üzerinden gerçekleşti. Geçen yıl okulumdan Diyarbakır'a otostopla döndüm. Her gün yeni bir köylüyle tanışıyor, yolculuk yapıyordum. Beş köy yukarıdan muhtarla geldim, ertesi gün imamla geldim, bunları anlatıyordum. Bir gün beton mikseri aracı ile geldim vs. Otobüs saatini tutturamadığım için otostopla geliyordum. Yani, küçücük bir taşradan otostopla okuldan dönen bir kadın profili görünce dinlemek istediler. Otostop hikâyesini çok cesur bir çıkış olarak görüyorum. Tabii köylülerin bu duruma ilişkin ilk tepkileri, 'çok tehlikeli değil mi' şeklindeydi. 'Hocam nasıl gidiyorsunuz, başınıza bir şey gelmiyor mu?' sorularıyla karşılaşıyordum. Ama otostopla geldiğim insanların hepsi de bizim köylülerimiz, yabancı insanlar değiller zaten. Ben de yabancı biri değilim, içeriden biriyim. Onları tanıyan bilen, bölgenin dinamiklerinin fakında olan biriyim. Bir süre sonra köydeki kadınlardan, 'bizim de şehirde işimiz var sizinle birlikte gelebilir miyiz' diyenler oldu. Yani, başta eleştirdikleri, şaşırdıkları hatta yer yer kınadıkları şeye yavaş yavaş ilgi duymaya başladılar. Belki bir yıl sonra benden sonra gelecek olan köyün genç kızları hiç korkmasan, herhangi bir çekinceleri olmadan çıkıp istedikleri gibi seyahat edecekler. Kendi başlarına bir şeyi başarmış olacaklar. Kadın erkek demeden, o cinsiyetin kısıtlarına, sınırlarına çok takılmadan kendi kendilerine yolculuk yapmış olacaklar.”
“Köy şartlarına çok çabuk adapte oldum, bocalamadım”
Köy okulunda görev yaptığı sırada yaşamın her alanında sahada olduğunu ifade eden Çok, “Köyde okulun bahçesini temizlerken traktör kullandım. Öğrenmeye meraklıyım. Okuldaki birçok işi biz yapıyoruz. Sıvayı da boyayı da öğretmenler olarak biz yapıyoruz. Okulla uğraşmayı seviyorum. Köylülerle birlikte okulun taşlarını temizledik. İlk öğretmen olduğumda başörtülü değildim. Fötr şapkalı, uzun tırnaklı, ojeli, topuklu ayakkabılı bir kadındım. Yani, el bebek gül bebek yetişmiş biriydim. Köye gittim ama soba yakmamışım, tezek görmemişim. Okula ilk gittim, küçücük bir sınıf ve aman Allah'ım ne oluyor diyorsunuz. İlk gün topuğum kırıldı. Birkaç gün geçti tırnağım kırıldı. Biraz zaman geçti ojelerim soyulmaya başladı. Tezeği ilk gördüğümde, şunu şurada tutun çocuklar bakamayacağım diyordum. Şimdi ise tezeği elimle parçalayıp sobaya atıyorum ve elimi şöyle bir silkeleyip, elimi yıkmadan falan ekmeği yoğurda bandırıp yiyorum. Köy şartlarına çok çabuk adapte oldum, bocalamadım.” diye konuştu.
“Aslında öğreten değil öğrenen sen oluyorsun”
Çocuklarla çok iyi iletişim kurduğunu belirten Çok, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çocuklar çok düz zaten; her şeyi pat pat pat yüzünüze söylüyorlar. Mesela bir öğrencim vardı; bir gün burnu kırılmıştı ve çocuklar da gülüyorlardı. Burnu yassı olmuş diye alay ediyorlardı. Benim de çocukluktan beri herkes büyük burun olduğumu söylerlerdi. Üzülme dedim benim de burnum büyük ve yassı. Yok, öğretmenim dedi, 'sen uzun burunlusun'. Ben o yaşa kadar burnumun uzun olduğunu fark etmemişim. Eve geldim ve anneme dedim benim burnum uzunmuş ve bunu bugüne kadar fark etmemişim. Çocuk bu, hiç bir filtresi yok. Ne görüyorsa dümdüz sana söylüyor. Yetişkinlerle çocuklar arasında çok ciddi bir samimiyet farkı var. Çocuklarda bunu sansürsüz gördüğüm zaman çok rahatlıyorum, gerilmeden konuşuyorum. Çocuk ayna gibi neysen onu yansıtıyor. Ben de artık onlar gibi konuşmaya, onlar gibi hitap etmeye başladım. Bazen onlara küsüyorum, bazen onlar gibi seviniyorum. Ses tonumu yükseltip alçaltıyorum, onların hislerini anlamaya çalışıyorum, onlara kendimi ifade etmeye çalışıyorum. Bunların hepsini tabii süreç içerisinde yol aldıkça öğreniyorsun. Başta buna dair bir rezervin yok. Üniversitede öğrendiklerim çok teorik şeyler. Çocuklara şunu anlatırsın, böyle yaparsın falan diye. Ama sen sahaya çıktığında saha ile teorinin bambaşka olduğunu görüyorsun. Yani, onu deneyimleye deneyimleye, süzgecinden geçire geçire öğreniyorsun. Aslında öğreten değil öğrenen sen oluyorsun. Çocuklarla bir yer değiştirme oluyor, sen onlardan öğreniyorsun. Onlara birkaç tane akademik bilgi aktarımı yapıyorsun ama geri kalanında hayata dair, anlamlandırmaya dair, doğaya dair her şeyi sen onardan öğreniyorsun. Sürekli kafayı çalıştırmayı öğreniyorsun. Hayat bilgisi kitabında frizby etkinliği var. Gel de köyde çocuklara frizby'i anlat. Nasıl anlatırım diye düşünürken, yoğurt kapakları ile frizby oynuyoruz. Yaratıcı düşünmeyi öğreniyorsun, kendi çözümlerini kendin üretiyorsun. Her şeyi sahada öğreniyorsun. Bu eşsiz bir kesif ve çocuklarla öğreniyor olmak çok güzel.”
“Hayata, doğaya dair her şeyi kendileri keşfetsinler”
Köy çocukları ile doğanın keşfine çıktıklarını ifade eden Çok, “Çocuklarla düzenli olarak bir ritüelimiz var; yılda iki defa doğa yürüyüşüne çıkıyoruz. Çınar'a yakın bir yerde gor gor vadisi var... Özellikle o doğayı, toprağı, taşı kendileri keşfetsin istiyorum. Tamam, köydeler, doğayla hemhaller, haşır neşirler ama buna dair bir algı açıklığı oluşsun istiyorum. Hayata, doğaya dair her şeyi kendileri keşfetsinler. Biz günlük hayatın rutini içerisinde geçip gittiğimiz yerlerde birçok şeyin farkına varamayabiliyoruz. Çocukken de varamayabiliyoruz ama ona dair bir perspektif, vizyon geliştirmeye başladıktan sonra daha çok anlamlandırmaya başlıyorsunuz, keşfediyorsunuz. Sürekli çocukları doğada yolculuğa çıkarıyorum. Beraber taşı, toprağı keşfediyoruz; suyun üzerindeki Nilüfer yapraklarını keşfediyoruz. Köyde öğretmenlik yapmasaydım böyle hissedemeyebilirdim. Şehirdeki arkadaşlarımızla deneyimlerimizi paylaştığımız zaman arada büyük bir uçurumun olduğunu görüyorum. Çocuk yine çocuk ama şehirdeki çocuğun uyaranı çok daha fazla. Sinemayı görüyor, AVM'yi görüyor, sokağı görüyor. Yani, etrafı çok daha fazla uyaranla çevrili. Çok fazla uyaran olduğu için algısı yüzeysel olabiliyor. Ama köy çocukları bambaşka ve anneden ilk koptuğu zaman ilk temas ettiği öğretmen. Tabii bu durumda da kendini açması için çok güvende hissetmesi gerekir. Köy çocukları çekingen, mahcup, utangaç oldukları için öğretmenin ekstra efor sar etmesi lazım. Ama tabi o çocukların ne verirsen alma, kendi süzgeçlerinden geçirme hallerini çok seviyorum. Onların sevecen olma, sevgi dolu olma hallerini çok seviyorum.” şeklinde konuştu.
“Mezarlığın önünden her geçtiğimde, sırasını boş, resmini duvarda gördüğümde…”
Öğretmenliğinin başında kendisini en çok etkileyen bir anısını paylaşan genç öğretmen Çok, şunları söyledi: “Rahmetli bir öğrencim vardı, Yusuf; bir römork kazasında kaybettim onu. Zaten onu kaybettiğimde köyümü değiştirdim, kalamadım orada. Tayinim çıkar çıkmaz oradan ayrıldım. Onu öyle mezarda görmeye katlanamıyordum. Mezarlığın önünden her geçtiğimde, sırasını boş, resmini duvarda gördüğümde dayanamıyordum. Biz kartopu oynuyorduk ve diğer sınıfın çocuklarından 5-6 tanesi saldırdığında öğretmenimizi koruyalım demişti. İşte o an çocuklarımın bir aidiyet duygusu kazandığını fark ettim. Öğretmenliğim başında öğrendim bu mesleğin bir gönül işi olduğunu. Evet, profesyonel olmak zorundayız ama çocuk öğretmene çok farklı bir bağ besliyor ve ben o an o bağı hissettim. Bu benim tap noktalarımdan biriydi. Çocukların düz, dürüst ve samimi olmasını çok seviyorum. Yalan söyleyememelerini çok seviyorum. Yalan söylerken burunlarına bakmaları beni çok eğlendiriyor. Çocuklar kabul etmeye çok açıklar, vermek istediğinizi çok çabuk alıyorlar, öğrenmeye çok açıklar, zorlanmıyorlar.”
“Korkma, asla yalnız yürümeyeceksin!”
Ataerkil sistemde kız çocuklarının karşılaştığı sorunlara dikkat çeken Çok, konuşmasını şöyle noktaladı: “Çocuklarıma toplumsal cinsiyet rollerini küçük yaşta kazandırmaya çalışıyorum. Kadınların ezilmemesi için, kız çocuklarının bilinçlenmesi, daha kuvvetli olması için, yere daha sağlam basmaları için özellikle buna çok daha dikkat ediyorum. Kendim onlara rol model oluyorum. Öğretmenlerinin Karayiplere seyahat ettiğini gördüklerinde, traktör kullandığını gördüklerinde kendilerinin de yapabileceğine inanıyorlar. Kız çocuklarımın çoğu okuyorlar, okulu bırakanı görmedim. Olmak istedikleri güçlü kadın karakterini yanı başlarında gördüklerinde daha büyük bir azimle okumaya sarılıyorlar. Kendi içlerinde bir kadının köyde erkeklerin yaptığı her işi yapması onlara müthiş bir güven veriyor. Annelerimize çağrım, kız çocuklarını mutlaka okutsunlar, onlara destek olsunlar. Mezun ettiğim kız öğrencilerimi görünce gurur duyuyorum, hepsi de ayağı sağlam yere basan öz güvenli sosyal çocuklar olmuş. Sonra arkama yaslanıp, aferin kızlarıma dedikten sonra, bunları ben yaptım be deyip keyifleniyorum :) Köyde traktör kullanan, boya yapan, sıva yapan bir kadın görmek hem köy kadınları hem de çocuklar için ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. Bir kaç senedir doğa yürüyüşleri yapmaya başladık, yılda iki defa. Doğaya dair, hayata dair bir bilişleri olsun istiyorum. Çocukların, her gün yanından geçip gittiği yaprağı, tırtılı, böceği tanısın istiyorum. Yürüyüşler acayip keyifli geçiyor; köyden uzakta, birlikte zorlu etapları aşıyoruz. Buğday tarlasında kaybolmak gibi, özgürlüğe dokunurcasına adım adım yol alıyoruz... Bu konuşmamı kendim gibi koç çocukları ve köy kadınları için mücadele eden tüm öğretmenler adına yapıyorum. Yalnız değiliz, çokuz, hep birlikteyiz. Ve kız çocuklarına da söylemek istediğim korkma, asla yalnız yürümeyeceksin!”
Diyarbakır’ın girimci kadınlarından Şehadet Çitil, TEDxVefaWoman’a konuştu.
“Sur'un korkunç bir vaziyette olduğunu görünce geri dönmek istedim”
Şehadet Çitil, kişisel hikâyesinde, şu bilgileri paylaştı: “Diyarbakır’da düz hesap 35 sene önce doğdum. İlköğreniminin yarısını bir köyde, sonra da liseden mezuniyeti dahil Diyarbakır şehir merkezindeydim. Liseden mezun olduktan sonra birçok sebepten üniversiteye gidemedim. İstanbul’a geldim çalışmak için ve Fatih Belediyesi’nde işe başladım. Bu sürede sınava girdim ve mezun olduktan 8 sene sonra önlisansa başladım. Kocaeli İnsan Kaynakları. Her gün 500T’ye biniyordum. Bu yüzden sanırım benden evla İstanbullu yoktur aranızda. Metro yok metrobüs yok. Hem çalıştım hem de her gün 3 saat gidiş, 3 saat dönüş olmak Kocaeli’ye git gel yaptım. Sonra DGS ile Kamu Yönetimi okudum. Bolu’da. Mezun oldum. İstanbul’a geldim. Bir dernekte çalıştım. TRT Kürdi’de çalışmak için Diyarbakır’a döndüm. 1,5 sene çalıştıktan sonra İstanbul’a geldim TRT HABER ve HABERTÜRK TV’de çalıştım. Bölgede yaşanan hendek çatışmalarında özel haber yapmak için kendi şehrime geldiğimde, şehrin benim bıraktığım gibi olmadığını, özellikle Sur'un korkunç bir vaziyette olduğunu görünce geri dönmek istedim. Hendekler yavaş yavaş kapatılınca da işimden ayrıldım ve Diyarbakır'a dönüş yaptım. Bir şey yapmak lazımdı ama ne? Şimdi de işime ileriye taşımak için Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’nde okuyorum. Birinci senem.”
“Yıkımın ortasındaki kadınlar Türkiye’deki birçok evde sofra kurmaya başladı”
İstanbul’dan bir arkadaşıyla kurdukları işletmede ufak ufak üretime başladıklarını belirten Çitil, “Sur’dan alıyorduk çoğu ürünümüzü. Ancak o zamanlar yeni yeni hendekler kazılıyordu. Bir gün kapalıydı Sur 3 gün açık. Siparişler geç gitmeye vs başladı. Sonra ben de bir vesile ile İstanbul’a geldim gazetecilik yapmaya. Ve o iş öylece başarısız olan binlerce girişimin yazılı olan girişimciler ansiklopedisinin 23. Cildinin 348. Sayfasında yer aldı ve kapandı. Daha önce Diyarbakır – İstanbul arası gidip gelirken “Gelirken bize şunu getirir misin?” diyenler yüzünden verilen bagaj paralarını, binilen taksi ücretlerini geri almanın zamanı gelmişti ve bavulla başlayan gıda gönderimini ticarete dönüştürüp koli kargolayalım dedik. Evde annemle başladık. Üniversitede gördüğüm İnsan Kaynaklarını eğitiminin gerçek hayatta stajını da yapmak için fırsat aynı zamanda. Gerçi işletmede sadece ben ve annem vardık. Hayalimde iki çalışanlı bir şirketin insan kaynaklarını yönetmek yoktu. Sonra evimiz yetmeye başladı. Ve işte ihtiyaç imkânı doğurdu. Ve böyle başlayan hikâyemiz değişti. Sur için niyet etmiştik ve karşımıza çıktı. Sur’da kazılan hendeklere düşen hayatları o çukurdan çıkarmaya dönüştü işimiz. Yıkımın ortasındaki kadınlar Türkiye’deki birçok evde sofra kurmaya başladı. Yıkık evlerinde yaptıkları ürünleri sizlere gönderince sizden bunun karşılığında biraz umut, biraz başarı duygusu, biraz da yalnız olmadıkları duygusunu aldılar.” diye konuştu.
“Sur küllerinden doğdu”
Sur’daki kadın üreticilerin talebi karşıladıklarını ifade eden Çitil, sözlerini şöyle sürdürdü: “Sur’da bir yer tuttuk. En genci 30 yıllık esnafların birçoğunun Sur’daki dükkânını kapatıp başka bir semtte yer açtığı zamanda biz Sur’da yer açıyorduk. Bu delilik diyen çok ticaret erbabı oldu. Biz iş yerimizi tuttuğumuzda Hz. Süleyman Camii ve etrafı restorasyondaydı. Sur’daki bu camii 27 sahabenin bedenini taşıyor. Sur olaylarından sonra restorasyona alındı ve restorasyon bitikten sonra resmen Sur küllerinden doğdu. Eskiler şehri oluştururken ortaya ibadethaneyi alırlar etrafına hanları, hamamları, çarşıları, kervansarayları yaparlardı. Şehir böyle oluşturulurdu. Sur’un yeniden kendine gelmesi de öyle oldu sanki. Hz. Süleyman Camii açıldıktan sonra insanlar yeniden gelmeye başladı. Dükkânlar açıldı. Turistler geldi konaklamaya başladılar.”
Her ürünümüzün soy ağacı var
Artan yoğun talep karşısında üretimi de arttırmak zorunda kaldıklarını belirten Çitil, “Köyden üretici bulmak zorundaydık. Bitlis, Mardin, Van, Hakkâri, Şırnak… Onlarca köy yüzlerce üreticimiz var. Çoğu kadın. Reyhan nanelerimiz Dicle’nin Altay Köyü’nden NazimeTeyze’den, Nazmiye Teyzen inanılmaz bir örgütlenme anlayışı var. Torunu ulaşmıştı bize. Nazmiye Teyze köydeki diğer kadınları da organize etmiş meğer. Kekik, Lice’den ve Dicle’den. Zeytin Mardin’in Derik ilçesinden Gönül Abla’dan. Gönül Abla’nın da kızı bize ulaştı. Üreticilerimizin çoğunun kızları annelerini dünyaya bağlıyorlar. Önlerini açıyorlar. Normalde annelerinin ön ayak olması gerekirken bizde kızlar annelerinin hayatlarını değiştiriyorlar. Kuru elmalarımız, Hakkâri’nin Şemdinli İlçesi’nin Çatalca Köyü’nden Saadet Abla’dan… Nohut, annemin dayısının oğlundan, Tereyağ, annemin dayısının oğlunun kızından… Ve tabii organizasyonun hepsi ailemin elinden geçiyor. Big patron annem, ziraat mühendisi ablam, kargo hazırlamada kız kardeşim eşi… Annem tüm üretim ve denetim sürecinin başında. Evleri kontrole o gidiyor. Nasıl yapmalarını gerektiğini gerek yüz yüze gerek telefonla söylüyor. Okuma yazması olmayan bir kadından söz ediyoruz. Ama Genel Kurmay Başkanı gibi bir kadın. Şöyle ki, daha sabah 6’dan sonra kalktığına şahit olmadım. Evi onca çocuğa ve misafire rağmen bir kere dağınık bile görmedim. Bağlar’daki evimizde sadece misafirlere ait bir odamız vardı ve anahtar da annemin yeleğinin cebinde. Annem her sabah odayı kendi açar, minderleri kaldırır, halılar sirkelenir sonra silip süpürül yerleştirilir ve tekrar kilitlerdi sonraki sabah da kendi yine açardı. Şimdi de benden daha çok sahiplendi Hevsel Bahçesi’ni. İş yerimizde 50 özel harekâtçıyla girseniz tek toz bulamazsınız. Her şey çok düzenlidir. Ve düzenini, temizliğini beğenmediği kişiden tek ürün almaya mümkün değil ikna edemezsiniz onu. İş yerimizde turşusu, konservesi, kargosu onca işten sonra eve gelir, biz dilimiz dışarıda yıkılmış durumdayken o evi toparlar, yarının yemeğini yapar ve bir de patiğini lifini örer. Çok çalışkan olduğu için sosyal medyada, fotoğraflarda, videoda herkes onu çalışırken görür ve annemin fotoğrafını paylaştığımda yorumların yarısı “anneni çok yoruyorsun, hiç mi acımıyorsun” oluyor. Oysa kadını durdurmanın mümkün olmadığını kimse bilemez.” İfadelerini kullandı.
“Sofrasında oturmadığımız hiç kimseden tek gram almıyoruz”
Ekim süreci de ziraat mühendisi ablasın görev aldığını ifade eden Çitil, şöyle konuştu: “8 kardeşiz ve en büyüğümüzün bir küçüğü. Sanırım 43 yaşında ve ziraat alanında yüksek lisansını yapıyor. Ben 8 sene sonra başladım üniversiteye ama o sanırım 15-18 sene sonra. Hâlâ Kayseri’de Erciyes Üniversitesi’nde eğitim görüyor. Aslında kadın dayanışması üzerine kurulu ya Hevsel Bahçesi, ailemin de ayakta durmasının sebebi bu kadın dayanışması. Annemin tüm aileye karşı çıkıp hepimizi okutmak için direnmesi (anne ve baba tarafından tek okuyan ben ve kardeşlerim. (Annemin direnme hikâyesi de başka bir TedxVefaWomen konuşması konusu…) Sonra dönemim hem maddi şartları hem siyasi ortamından dolayı okuldan alınıp çalışan ablamlar ilk bizi okuttular. Erkek kardeşimi, kız kardeşimi. Şimdi hepimiz mezun olduk, çalışıyoruz elimiz ekmek tutuyor. Kaç kişi bir olduk bu sefer de biz onu okutuyoruz. İşte bu örgütlü dayanışma geçmişimizden dolayı hangi ürünümüz, hangi toprakta ekiliyor, kim ekiyor, kim topluyor, kim işliyor, kim getiriyor biliyoruz. Çayını içmediğimiz, evine gitmediğimiz, sofrasında oturmadığımız hiç kimseden tek gram almıyoruz. Çünkü farkımız bu olsun istedik. İlk gün nasıl ki, Diyarbakır’ı anlatmak ürün satmanın önündeyse, işimiz büyüdüğünde de böyle olsun istedik. Ürünü eken, toplayan kadının kendisi bizim için üründen önce geliyor. Herkes kekik satıyor. Biz Lice kekiği satıyoruz. O kekiği satmak için de Lice’nin akılınızdaki tüm algısını değiştirmemiz gerektiğini biliyoruz. Bunun içinde Lice’yi, Lice’de yaşayan kadını, bu kadının nasıl zorluklarla baş ettiğini, bizimle çalıştıktan sonra hayatındaki değişimi anlatıyoruz. Çünkü şahit olduğumuz kekiği alma sahnesi değil. Bir hayatın gözümüzün önünde nasıl değiştiğine şahit oluyoruz. Yine en büyük değişimi annemde görüyorum. 35 yaşındayım ve daha annemin fotoğraf makinesine bakarak poz verdiğini bilmiyorum, zorunluluk dışında.”
“Biz bir sofra kurmuşuz ve hatırı İstanbul’a, Muğla’ya, Samsun’a, Aydın’a kadar gitmiş”
Bir marka çıkarmaya çalıştıklarını belirten Çitil, “Tadıyla, tuzuyla, acısıyla, baharatıyla bir marka çıkarmaya çalışıyoruz Diyarbakır’dan. Bu marka doğarken yüzlerce kadının hayatını da değiştirsin istiyoruz aynı zamanda tüm o algılarınızdaki Diyarbakır’ı, Şırnak’ı, Hakkâri’yi de değiştirsin. Sur’un Dağkapı’sından, Mardin Kapı’sından, Yeni Kapı’ısından, Urfa Kapı’sından istiyoruz daha çok insanın hayatı değişerek dünyaya açılsın ve istiyoruz ki daha çok kişi girsin o kapıdan bu hikâyelerin başrolleriyle tanışmaya, şehri görmeye… Bir de buraları hiç görmeyen insanlara biraz Surları, biraz hanları, biraz İç Kale’yi de gönderdiğimizi fark ettik sonra. O kolilere sanki halimizi, selamımızı, evimizin, şehrimizin içini de göndermiş gibi olduk. Bu işi yapan firmalar sadece ürünleri anlatır aslında. Kekiğinin, salçasının ne kadar iyi olduğuna karşı tarafı ikna etmesi yeterli. Ama biz önce Diyarbakır’ı anlatmak zorunda kalıyoruz. Akşam haberlerde anlatılandan başka bir Diyarbakır olduğundan; buranın havasından, suyundan, toprağından, güneşinden, tadından, tuzundan söz ediyoruz. Bir yandan hendeğin algısını yıkmaya çalışırken şehrin başka yerinde olaylar oluyordu. Mesela, Bağlar’da bomba patladı, şehrin orta yerinde insanlar öldü. İnternet kesildi, günlerce haberleşemedik, mesajlara dönemedik. Bütün bunları takipçilerimize anlatmak kolay değil. Ne yapacağımızı bilemiyoruz bazen. Siparişler aksadığı için maddi olarak da kötü etkileniyoruz. Oysa burada ayakta kalmaya çalışan kadınlar var. Şehre ve ülkeye katma değer sağlayacak insanlar var. Hikâyemiz salçadan baharattan çok, bu insanların üzerine kuruldu. Sadece ürün satan bir hesap değil, aynı zamanda Diyarbakır’ı tanıtan bir hesap olmak istedik. Sipariş versin, vermesin, fiyat soran her takipçimizi Diyarbakır’a davet etmemiz bu yüzden... Beni en çok etkileyen cümlelerden biri şu oluyor; “İki sene önce geldiğimizde şunu şunu almıştık, çok beğenmiştik”. Hendek öncesi dönemde buraların ne kadar canlı olduğuna işaret ediyor bu cümleler. O zamanki tadı hâlâ hatırlıyor ve yine almak istiyor. Biz Diyarbakır’a dair akılda kalanın sadece bu tatlar olmasını istiyoruz. Takipçilerimiz de bizi çok destekliyor. “Birkaç gündür fotoğraf paylaşmıyorsunuz, bir sorun yoktur inşallah” diye arayanlar, “Evinizde hasar varsa yardım edelim” diyenler oluyordu. O an şunu anlıyoruz: Biz bir sofra kurmuşuz ve hatırı İstanbul’a, Muğla’ya, Samsun’a, Aydın’a kadar gitmiş.”
“Hevsel Bahçesi köprü oldu”
Gelecek nesillere karşı sorumluluk duygusu ile hareket ettiğini belirten Çitil, sözlerini şöyle sürdürdü: “İşte bu sorumluluk duygusuyla sadece ürün satmanın çok ötesinde bir kimliği oldu Hevsel Bahçesi’nin. Bir köprü oldu. Ürünleri alıp satmak bir hayatı değiştirme kimliği getirdi ama daha fazlasına imkân doğdu aslında bu alışverişlerle. Mesela Sur’da 2 ailenin kirasını karşılayan bir müşterimiz oldu. Veya Kurban Bayramı’nda kurbanını Diyarbakır’da kestirmek isteyen müşterimiz bizim aracı olmamızı istedi. Bayram bayram, mahallenin ağabeylerini toplayıp hayvan pazarına gidip, hayvan aldırıp, kestirip ev ev dağıttırmak satmadığımız ürünlerimiz arasında. Bir gün İsviçre’den bir takipçimiz bize 5 aile için gıda kolisi hazırlamamız rica etti. Olur dedik. İşler güçler, erteleme derken sanırım 1 ayı geçti. Sabah gelip artık hazırlayalım dedim arkadaşlarımıza. Neyse bir yandan paketleme bir yandan hangi komşuya verilse diye düşünürken kapıdan Suriyeli bir kadın ve oğlu geldi. Emanet onlarınmış meğer. 1 ay boyunca bekleyen kolilerden birinin asıl sahibi gelip aldı ve gitti. Bu Çarşamba, Lice’de bizim için bu sene salça üretecek kadınlara dijital pazarlama dersi verilecek. Bunun gibi çok hikâye ile kimliğimiz sadece gıda ürünü olmaktan başka bir şeye dönüşüyor aslında.” diye sözlerini noktaladı.
Özel Haber: Ali Abbas Yılmaz
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.