Truva Atı Türkiye
Cevat Korkmaz-Mehmet Aslan
TİGRİS HABER - Gazeteci-Siyasetçi (DEVA Partisi Şarköy ilçe Başkanı) Cevat korkmaz, Akademisyen Mehmet Aslan, Dünyadaki çözüm süreçlerini, Türkiye’nin bu konudaki adımlarını araştırdı. Devlet Bahçeli’nin çıkışının ne anlama geldiğine işaret eden Korkmaz ve Aslan, Abdullah Öcalan’ın Kürt meselesi ve çözüm sürecindeki rolünün ne anlama geldiğini detayları ile yazdı.
*
Türkiye eskiden olduğu gibi köklü devlet geleneği üzerinden övgü alan bir ülke değil. Siyasi üslup, diplomasi, tutarsız dış politika, anayasadan uzaklaşma, hukuk kurallarından ve demokratik geleneklerden ayrılma vs. gibi nedenlerle aşama aşama kendisini tüketen bir yapıya dönüştü.
Türkiye zemin kaybediyor.
22 Ekim 2024 tarihli Devlet Bahçeli konuşması Kürt meselesiyle ilişkili olmaktan çok, Türkiye’nin kayıplarını telafi etme çabasıyla ilgiliydi.
Evet, Türkiye hızla zemin kaybediyor; ancak bu kayıp refahla, güçle, nitelikli insan kaynağından yoksunlukla sınırlı değil. Türkiye aynı zamanda hızla itibar da kaybediyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığınızda hariciyenin ilk kez bu kadar düşük profilli olduğunu görürsünüz. Evlere şenlik bir yönetim kadrosu var. Bu kadro Ortadoğu tarzı kurnazlık siyaseti üzerinden politik angajmanlar oluşturuyor.
Başlığa gelince; Türkiye uluslararası platformlarda ve kuruluşlarda“Truva Atı” izlenimi oluşturmaya başladı. Hatta bu izlenimin sendroma dönüştüğünü söylemek de mümkün. Ekim ayı başında NATO’nun yeni genel sekreteri olarak göreve başlayan Mark Rutte; "Türkiye'nin BRICS ortaklarından bazılarıyla çalıştığını biliyoruz. Bunu yapmak onların egemenlik hakkıdır ancak bu durum NATO üyeleri arasında tartışma yaratabilir" diyor. Çiçeği burnunda genel sekreter bir anlamda NATO içerisinde BRICS’in Truva atını istemiyoruz demeye getiriyor.
Aynı mantığı tersten BRICS ülkeleri için de yürütebiliriz. Kendi içimizde NATO’nun Truva atını istemiyoruz, duygusuna sahip olabilirler ki muhtemelen de öyledir. Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapılan 16’ıncı BRICS zirvesinde resmi olarak açıklanmasa da Türkiye’nin üyeliğinin istenmediği, hatta Hindistan’ın bu konuda açıkça muhalefet ettiği belirtiliyor.
BRICS’in kurucu babaları Rusya ve Hindistan’dır. Kuruluşun teorik arka planı bu iki ülkeye aittir. Rusya’nın istemediğini Hindistan, Hindistan’ın istemediğini Rusya dile getirir. Dolayısıyla BRICS yapısı içerisinde Türkiye’nin istenmediği görülmektedir.
Türkiye hem NATO’cu, hem de Avrasyacı olmak istiyor; ancak ikisini de olamıyor.
NATO’ya Avrasya üzerinden, Avrasya’ya da NATO’culuk üzerinden kapris yapıyor.
Sadece bu kadarla da kalmıyor, AB kurumlarını bezdirecek düzeyde şımarık davranıyor, AİHM kararlarını yok sayıyor, hukuk ve demokrasiden anlamsızca uzaklaşıyor, kendi vatandaşlarını uzun yargılama süreleriyle ve saçma sapan gerekçelerle birer rehineye dönüştürüyor. Ve bütün bunları yapıp, aynı zamanda büyük devlet olma hayali kuruyor. Neyse ki bu rüyadan uyandı. Bahçeli’nin konuşması da bu olmayacak rüyanın tabirinden ibarettir.
Bahçeli çok farklı açılardan değerlendirilebilecek tarihi bir konuşma yaptı. Öyle ki, konuşmayı duyan, dinleyen, izleyen birçok kişi Bahçeli’nin sözlerini doğru anlayıp, anlamadığından emin olamadı.
Devlet Bahçeli’nin bütün siyasi yaşamı süresince böylesi bir risk aldığını sanmıyoruz.
Abdullah Öcalan’ın bazı koşullara bağlı olarak TBMM’de konuşmaya davet edilmesi, Türkiye gibi tepkisel ve kırılgan reaksiyonlarla kendisini ifade edebilen vatandaş profiline sahip ülkeler için hakikatten çok büyük bir risk…
Devlet Bahçeli bu riski aldı ve kendi ifadesiyle kitabın tam ortasından konuştu. Konuşma anında birçok insandaki karmaşık ruh halinin MHP grubunda olduğu da görülebiliyordu. Bahçeli’nin konuşmalarındaki vurgu anlarını alkışlamayı reflekse dönüştürmüş MHP grubu bile alkışlama konusunda ikilem yaşadı.
Sosyal medya platformlarında tezahür eden vatandaş tepkisi kısa sürede siyasi partilerin tehdit içeren açıklamalarıyla yeni bir safhaya taşındı. Devlet Bahçeli, bir anda kendi ideolojik habitatı içerisinde istenmeyen adam ilan edildi.
Saatler ilerledikçe, “idam ipi atma” örneğinde olduğu gibi tepkiler iyice kontrolden çıkıp, çılgınlık seviyesine ulaşırken TUSAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii AŞ) saldırısı haber kanallarına bomba gibi düştü.
Türkiye çok ilginç günler yaşıyor; ilk gün bahar, bahçe havasıyla umutlar yeşerirken, takip eden günlerde her zamanki kasvet ve kuraklık iklimine dönüş yapıldı.
Yukarıda ifade edildiği gibi 22 Ekim konuşmasını doğrudan Kürt meselesiyle ilişkilendirmek doğru olmaz. Hatta bir oranlama yapıldığında konuşmanın amacının Kürt meselesine çözüm bulmaktan ziyade Türkiye’nin özellikle dış politika stratejisinde yeni açılımlara yönelik olduğunu söylemek mümkün.
Türkiye dış politikada yön değişimi hedefliyorsa, hedeflediği doğrultuyla ilgili ne söylenebilir veya neden böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuluyor?
Bu soruya yanıt vermeden önce şunu söylemek gerekir; Türkiye’yi kendi kategorisindeki ülkelerle kıyaslarsak duygusal tepkilerin ağır bastığı, profesyonel olmayan bir devlet geleneğine ve refleksine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de Ak Parti döneminde devletteki bürokratik tabanın zayıflaması, denge-denetim mekanizmalarının işlevini yitirmesiyle bu kimlik belirgin hale geldi.
Bahçeli’nin 22 Ekim konuşması Türkiye’nin kabuklarını kırması, ya da onun deyimiyle “bagajlarını boşaltmak” istemesinin göstergesiydi.
Türkiye, Rusya’yla, Çin’le, İran’la ittifak yaparak amatör kümeden bir üst lige çıkmasının mümkün olmadığını görmeye başladı. Bu ittifakla işbirliği yürütmek veya diplomatik ilişkiler sürdürmek başka, bu ittifaka angaje olmak ise tamamen başka bir durum. Kaldı ki, Ukrayna’daki savaş üzerinden dizginlenen Rusya’nın Ortadoğu’daki etkinliği vegücü iyice kırılmış durumda.
Dolayısıyla 22 Ekim çıkışının Türkiye’nin iç sorunlarına çözüm bulmaktan çok dış politikada kendisine alan açmaya yönelik olduğu görülüyor. Tabi ki bu konuşma için “mutlak olarak dış politika yöneliktir” demek doğru olmaz. İşi matematiğe havale edersek;
%75 Türkiye’nin dış politikasına,
%25 Türkiye’nin iç politikasına dönüktür, demek mümkün.
Tam da açılımdan, yeni bir süreçten söz edilirken TUSAŞ saldırısı bu işin o kadar kolay olmayacağını gösterdi.
Saldırıyla örgütün müzakere pozisyonunun güçlendirilmesi mi hedeflendi?
Bahçeli’nin konuşması nasıl ki çoğu kişinin tahminlerinin ötesindeyse, TUSAŞ saldırısının PKK tarafından gerçekleştirilmesi de aynı şekilde tahminlere oturtulamadı.
Devlet cenahından ilk etapta yapılan açıklamalarda bile “ilk gelen bilgiler PKK olabileceği yönünde” denilerek ihtimalli konuşuluyor ve açık kapı bırakılıyordu. “Dün çağrı yapılmışken, bugün çağrı yapılan muhataplar neden böyle bir saldırı yapsın”… Sanırım birçok kişinin kafasında bu tip sorular şekillendi. Bu makaleyi yazan bizler de, fail sıralaması yapsaydık PKK’yi son sıralara yerleştirirdik.
Ancak daha sonra örgüte yakın haber platformlarından yapılan taramalardan TUSAŞ’ın PKK tarafından yapıldığı ihtimali iyice şekillenmiş oldu. Özellikle Mustafa Karasu’nun, Devlet Bahçeli konuşmasından önce “bugünlerde çağrı yapılabilir” demesi, PKK’nin süreç konusunda hazırlıklı olduğunu gösteriyordu. Aynı şekilde Besê Hozat’ın İsrail-İran eksenindeki yaşanan gerilimlerin Türkiye ve İran’ı zayıflatacağını, bunun da yeni politik seçenekler oluşturacağını söylemesi PKK’nin bu konularda pozisyon aldığının diğer bir göstergesiydi
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir; gerekçesi ne olursa olsun insan yaşamına mal olan saldırılardan strateji ummak ilkellikten başka bir şey değil. 2013 Newroz’da Abdullah Öcalan’ın “artık silahlar sussun, fikirler konuşsun” açıklaması çok değerliydi ama ne yazık ki hem toplum, hem de ilgili taraflar bunu anlayacak olgunluğa sahip değil.
TUSAŞ saldırısı üzerinden çok şey söylenebilir. PKK homojen bir yapı değil. Bu tarz karmaşık örgütsel yapılar kendi bünyelerinde çoklu ilişkileri temsil edebilirler. ABD eksenli siyasete entegrasyonu tercih eden güç merkezleri olduğu gibi, Rusya eksenli siyaseti öne çıkaran güç merkezleri de olabilir. PKK gibi örgütsel yapılar işleyişlerinde, ya da karar süreçlerinde bir anlamda küçük çaplı bir devlet gibi davranabilir veyakendi hedeflerine yönelik olarak güç merkezleri arasında bir denge stratejisi izleyebilirler. Hatta doğrudan savaştıkları yapılarla arka kapı diplomasisi de yürütebilirler. Bu nedenle TUSAŞ “kime yaradı”, “kime yaramadı” üzerinde sonuca varmaya çalışmak yanıltıcı olabilir. Çünkü devlet refleksi gösterebilen karmaşık örgütsel yapıların eylemleri, doğrultuları farklı yönlere giden kuvvetlere benzer. Sonucu doğru analiz etmek için tek tek kuvvetlerin hangi yönü gösterdiğine değil, bileşke kuvvetin yönüne bakmak gerekebilir ki bu da ilk anda ortaya çıkmayabilir.
Bütün bu değerlendirmeler bir yana TUSAŞ saldırısını stratejik olarak bir bağlama oturtmayı bile doğru bulmuyoruz. Bir yandan ister istemez anlamaya çalışırken, diğer yandan soğukkanlı analizler yapmak vicdani olarak kolay değil. TUSAŞ olayında 5 kişi değil, 7 kişi yaşamını yitirdi. 6 genç insan ve bir taksi emekçisi. Açılım vs. denilecekse, meseleye böyle bakmak gerekir.
Adı konulmayanın çözümü olur mu?
Türkiye kendi ihtiyaçlarına istinaden önemli bir çağrı yaptığını,bu çağrının da efektif olarak Türkiye’nin dış politika ihtiyaçlarına yönelik olduğunu söylemiştik. Buraya kadar yüzde 75’lik kısmı konuştuk.
Gelelim bizim yüzde 25’e
15 yıl öncesine döndüğümüzde devlet cenahında Kürt adını anmaktan özellikle imtina edinilen siyasal angajmanlara tanık olduk. Merkezinde Kürt meselesi olan ve bilinçaltında “çözüm süreci” olarak şekillenen angajmanlar psikolojik ve toplumsal ihtiyaçlar gereği daha hijyenik kavramlar içerisine oturtuldu.
Ortadoğu coğrafyasına özgü tuhaf çekingenliklerle, bugün olduğu gibi 15 yıl önce de Kürt sorununu kavramsallaştırmak ya da isimlendirmek ayaklara dolanan psikolojik bir açmaza dönüşmüştü. 2009 yılındaki “Kürt Açılımı” toplumsal reflekslere oturtulamadığından 2010 yılında önce “Demokratik Açılım”, sonra da “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak isimlendirildi.
Kavram ve isimlendirme konusuna özellikle dikkat çekmek isteriz; çünkü adı konulamayan sorunlar için çözüm iradesi oluşturmak kolay değil.
O nedenle kolayına kaçmadan, kurnazlığa yakalamadan meseleyi isimlendirmek gerekir ki bunların da arka kapı isimlendirmeler olmamalı.
Devlet sosyal psikolojiye sığınıp kehanetin kendisini gerçekleştirmesini beklemeden Kürt sorununa, “Kürt sorunu” demeyi öğrenmek zorunda.Yan yollara sapmadan, kurnazlıklara savrulmadan, Bahçeli’nin dediği gibi (Bahçeli’den alıntı yapmak da varmış????)“kitabın ortasından” konuşup meselenin adı konulmalı.
Bu makalenin yazarları olarak biz de kitabın ortasından konuşarak şunu söylüyoruz; eğer Bahçeli’nin önerdiği gibi Abdullah Öcalan TBMM çatısı altında DEM Parti grubunda milletvekillerine hitap edecekse bunu tarihsel bir dönüm noktası olarak görmek gerekir. Sadece o ikonik an bile Türkiye’de yeniden biçimlenmenin, dönüşümün, algısal değişimin anahtarı olacaktır. Ama öneriyi duyduğumuz ilk anda, bunun Meclis’e online olarak hitap etmeye dönüştürüleceğini de konuştuk. Ne yazık ki hitap işi fiili olmaktan çok online olarak yapılacak gibi. Özgür Özel de bu yönde işaret verdi ve içi boşaltılmış oldu. AKP’nin de Meclis’e hitap meselesinin riskini yönetemeyeceği şimdiden görünüyor ama Özgür Özel’in erken konuşması AKP için bir manevra alanı oluşturacaktır.
Öcalan’ın Meclis’e hitap etmesi ihtimali düşünülenin çok daha ötesinde ihtimalleri barındırıyor. Şiddet içeren diziler, geçici koruma statüsündeki Suriyeliler, mülteciler, dinsel fanatizm vs. üzerinden ortalama Türkiye vatandaşı son derece öfkeli ve hoşgörüsüz bir profile dönüştü. Toplum bir yandan kutsallar üzerinden kabuğunu sertleştirdikçe, diğer yandan iktidar aracına dönüşmüş hukukun sebep olduğu hukuksuzluk çürümeyi her geçen gün daha da derinleştiriyor. Şiddet, gündelik yaşamın her anına sirayet etmiş vaziyette. Köpek, kedi öldürmelerin yaygınlaşması, kadın cinayetlerinde artış, mafyalaşma, çeteleşme, gençler arasında yaygınlaşan uyuşturucu kullanımı vs… Vatandaşını bu şekilde dejenere eden hiçbir devletin uzun ömürlü olma şansı yok.
Öcalan’ın Meclis’te konuşmasının bunlarla ne ilgisi var denilebilir.
Çok ilgisi olduğundan emin olabilirsiniz. Devlet uzun yıllardır sürdürdüğü politikalarla Abdullah Öcalan’ı vatandaşın bilinçaltındaki öfkeyi büyüten ve canlı tutan bir sembole dönüştürdü. “Terörist başı”, “bebek katili”, “Ermeni dölü”, “PKK ele başısı”, “eli kanlı terörist” vs. cümleleri üzerinden canlı tutulmaya çalışılan öfke neticesinde son derece kalitesiz, son derece seviyesiz bir vatandaş profilinin oluşması sağlandı.
Devlet geç olsa da öfkeyle motive edilmiş vatandaş üzerinden mesafe alınmayacağını anlamış oldu. En önemli öfke alanlarından biri Abdullah Öcalan iken, Kürtler ve “Fetö” de diğer öfke objelerini oluşturuyor. Meclis’te konuşma önerisi fiiliyata geçerse ilk iki öfke alanına ilişkin önemli bir kapı açılmış olur. Diğer öfke objesi olan Fethullah Gülen bu yazının konusunu oluşturmuyor; ancak Gülen’in vefatı doğru işlenirse burası da öfke üreten bir obje olmaktan çıkartılabilir.
Abdullah Öcalan, "Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim" diyerek yeşil ışık yaktı. Ve yeri gelmişken çok ilginç bir detayı da hatırlatmak gerekir; yaklaşık 10 yıl önce Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınan bir yazıda Türkiye’nin BRICS’e yanaşıp batı ittifakından uzaklaşmasının yeni çatışma alanlarına yol açacağı belirtiliyordu. Bugünü 10 yıl öncesinden öngören bir lider üzerinden yeni bir açılım sürecinin kurgulanması Kürtlerin, Türklerin ve bütün Türkiye halklarının faydasına olabilir. Devletin İmralı-Dem Parti eksenini tercih olarak belirtmesi sürecin daha hızlı yol almasını sağlayacak gibi.
Kaynak:Haber Merkezi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.