Zaman kahpelikten-puştluktan muaf, iyiliğe ve güzelliğe amade, daha ali-cengiz oyunları, kumpaslar, puşt sarmaları icat edilmemişti!
Zaman, mürrürü zamandı;
Bazalt taşlı eyvanlı evlerde, avlu yaşam alanı, avluda tulumba ve fıskiyeli havuz, fıskiyeli havuzlar çocukların suyla tanışmasıdır.
Çimerler,
Çimerler,
Çimerler,
Göğüsleri çimlenir!
Havuzda çimerler, tulumbada duş alırlar tulumba tatlıları…
Analar; çocukları pamuklara sararlar, sarmalarlar…
Bazalt taşlı evlerin pencere üstleri güvercinlik, nakış-nakış ilmeklenmiş, sanırsın gergefli etamin, taşlarda çiçek ve kuş figürleri…
Avluda sofra kurulur; ma aile, konu-komşu sofradan nasiplenir, kavun-karpuz kesilir, sofra toplanır, sofra bezi avlunun bir köşesinde silkelenir
Sofranın kırıntıları, karıncaların ve kuşların rızkıdır…
Genelde her evin müdavim kedileri vardı, yemek artıklarından kediler nasiplenirler…
Kavun-karpuz çekirdeklerini, anneler, ablalar, yengeler süzgeçten süzüp, güneşte kurutur, bir güzel kavururlardı eşref saatinde de eğlencesine takılırdık, radyo gecelerinde, “Arkası yarın, radyo tiyatrosu”…
Çürümüş sebzeler, sebzelerin kaba tarafları, soyulmuş sebze-meyve kabukları, kavun-karpuz kabukları ayrılır, sütçülere, atlara, eşeklere, katırlara giderdi, akşam yemeğinden sonra sırtlarında çuvallarla Davud-i bir ses yükselir:
“Kavun-karpuz kabuğu kimdeeeee varrrrrr…”
Kavun-karpuz kabuğu ve atlar bilinçaltımda hep yer etmiştir.
Babamlar sur dibinde odun satarlardı, surla evimizin uzaklığı 50 metre kadardı, o yüzden çocukluğumuz hep sur dibinde geçti…
Babamın iki tane at arabası vardı, satılan odunları evlere taşırlardı…
O yüzden bende atlara aşinaydım, at arabasının birini akrabamız ve köylümüz Faik (Boz) kullanırdı, bu ata “Tope” ismini takmıştım hırçın bir at’tı, huysuzdu, diğer at kahverengi ve uysaldı, babam onu yeni aldığı için o ata da “Yeni at” derdim, o arabayı da mahalleden Harun diye bir abimiz sürerdi! Harun Abi gariban ve mazlumdu, kekemeydi, konuştuğu zaman gülerdim, işte o zaman babam; “Bana çok kızardı, başkalarının kusuruyla-zaafıyla alay etmenin, gülmenin ayıp ve günah olduğunu, öyle alay edip gülersen sen de çarpılırsın ondan beter olursun!”
O yüzden Harun Abiye fazla takılmazdım, Faik Abiye takılırdım, onunla iyi anlaşıyorduk ne sorarsam cevaplardı, o zaman sessiz düşünürdüm Faik Abi ne çok şey biliyor derdim kendimce…
Yıllar sonra kardeşim Bayram Harun Abiyi taklit ede-ede kekeme oldu o da, bu kekemelik yıllarca sürdü, çarpıldığını düşünürdüm hep, o yüzden hiçbir zaman kimsenin eksikliğiyle, kusuruyla alay edip hor görmedim…
Ben Faik Abiyle beraber giderdim, ona takılırdım beni de çok severdi, kollardı daha sabiyim fasulye kadarım, odun nakliyesi olunca, kesilmiş-kırılmış odunların üstünde oturmanın zevkini yaşıyordum, herkesten yüksekteydim insanlara kuşbakışı bakıyorum gibi, kaç kez kaza geçirdik sayısını unuttum, at tökezleyince araba devrildi odunların altında kaldım, kafam kırıldı, kanlar içinde kaldım, ilginç olan kazaların hep aynı yerde olmasıydı, Saraykapıdan Arbedaş yönünde Nalbant Vezir Amcanın dükkanın önünde oluyordu! Arbedaşa giden yol taş döşeliydi, asfalttan taş döşeli yola girince atın ayağı kayıyordu ve at tökezliyordu o zaman araba yan yatıyordu….
Bir daha gitmemem için yasaklar uygulandı, ültimatonlar verildi ama her seferinde yine gittim, inadına…
Dediğim dedik çaldığım düdük!
ABC zamanı, canlı alfabe dönemi:
Oya ip atla!
Aziz ata bak!
Kavun-karpuz kabuğu ve atlar hep bilinçaltımı karıştırırdı;
Oya ip atlıyor bende ata bakıyorum, at da bana…
Evde eyvanda bir sürü ablalar, yengeler, teyzeler sıra-sıra dizilmişler şaqre kesiyorlar, şaqre zamanı; izlemekten sıkıldım, haytayım, haşarıyım ele-avuca sığmıyorum, fasulye kadarım, erketeydim sağı-solu kesiyorum, merdivenlerden aşağı avluya indim, yukardaki eyvanı kesiyorum, herkes gülüşüyor, konuşuyorlar, usulca çöp tenekesindeki kavun-karpuz kabuklarını kucaklayıp, odun ardiyesine yöneldim, siyah benekli at arabası ordaydı, gözlerim Faik Abeyi aradı karşıdaki Leylek Binasının önünde oturuyordu…
Babaannem bu yapıya “Leylek Binası” derdi, ilginç bir binadır hala durur, bacalarında her mevsimde 3 tane leylek yuvası vardır…
Zemin artı 4 katlı bir bina, binanın arsasının genişliği üç metre kadardır. Babam anlatırdı; “Bu bina Ayyıldız ailesinindir, 1960 yılların ortalarında yapılmış, bu aile çok zengindir, İnönü caddesindeki çatal ağzında Sur Palas Otelinin altında radyo, gramafon, pikap ve elektrikli ev eşyaları satan mağaza sahipleriymiş, babamların ahbaplarıymışlar.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi yanındaki benzin istasyonu Yıldız Sinemasının mülkü de bu aileninmiş, (depremde yıkılan Galeriya’nın olduğu yerde) bu aile 1951 yılında 3 katlı bir bina yaptılar ve orda ikamet ettiler…
O zamanlar o bölgeye kışın kurtlar iniyordu, millet bu aileye deli diyordu orda ev yapılır mı diye…”
Evet, leyleklerden, kurtlara geçiş yaptık, atlara dönelim;
Oya ip atla,
Aziz ata bak,
Ben ata bakıyorum at karpuz-kavun kabuklarına bakıyor!
Elimdeki kabuklarla atı beslemeye başladım, bir ara Faik Abinin sesiyle irkildim.
–Aziz uzaklaş ordan, uzak dur, ısırır at!
Ve Faik Abinin bana geldiğini görünce, bir an evvel, kabukları ata uzatmaya başladım, demek ki heyecan yapmışım nasıl oldu anlamadım, at ağzını açıp kabuğu almak isterken çenemi ısırdı, müthiş bir acı duydum ve kan-revan içinde kaldım…
Faik abi beni kucakladığı gibi eve götürdü, avazım çıktığı kadar bağırıp ağladığımı anımsıyorum…
Anam kolonyayla yüzümdeki kanı temizledi, kanı durdurdular, çığlık-çığlığayım, hemen zeytinyağı getirtip şeqre hamuruna döküp çenemdeki yaraya bastılar bir tülbentle de sarmaladılar kafamın üstüne sıkıca bir düğüm atıp bağladılar.
Konuşamıyorum ağzımı açamıyorum bir süre öylecene oturdum ablalar, teyzeler, yengeler herkes bana bakıp gülüşüyorlardı çok zoruma gitti bu gülüşler hemen kalkıp odaya yöneldim, gardırobun aynasından kendime baktım boş gözlerle, sonra bende gülmeye başladım, çünkü görüntüm çok komikti, odada aynaya bakınca gülüyordum, avluya çıkınca da zırlıyordum…