1927’de Kolombiya'nın Aracataca kentinde doğan Gabriel García Márquez, büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyümüştür. Onlarla yaşamış olmanın her ne kadar yazarlığına katkısı olsa da; boş inançlara bağlı, olağanüstü olayların anlatıldığı ve her söylenene inanan kadınların arasında büyümek Márquez için, etkilendiği bir duygu halini almıştır ki; yaşadıklarını da eserlerinde rahatlıkla gösterebilme yeteneğine sahip bir ruh haline bürünmüş diyebiliriz.
1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yapmış olmasının yanı sıra; romancı, hikâyeci ve oyun yazarıdır. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başlayan yazarın; Yaprak Fırtınası, Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, Kötü Saatte adlı eserleri vardır. Yazarın en tanınmış romanı ise, Yüzyıllık Yalnızlık’ı Meksika’ya ilk gidişinde yazmıştır. Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Erendina adlı kitapta toplayan yazar, daha sonra sırasıyla Mavi Bir Köpeğin Gözleri, Başkan Babamızın Sonbaharı, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Labirentindeki General izlemiştir. Aynı zamanda Türkiye’de yayınlanan diğer kitapları arasında; Bir Kayıp Denizci, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Şili de Gizlice, On İki Gezici Öykü ve Bir Kaçırılma Öykü sayılabilir. 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olarak nitelendirilen Márquez, 1972'de Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü'nü ve 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. 17 Nisan 2014 tarihinde Meksiko’daki evinde 87 yaşında vefat etmiştir.
HER VAZGEÇİŞ; BİR YALNIZLIK…
Yalnızlık, hakkında düşündüklerini yazması kolay fakat hissettiklerini anlatmanın imkansız olduğu zor bir kavram bana göre… Kimileri kalabalıklar arasında yalnızdır, kimileriyse; yalnızken kalabalık… Ruhuna bağlı insanın, bir çok sözcüğün anlam niteliği ve muhakkak ki göreceli… Bazen ulaşabilecek binler durur yanıbaşınızda, bazen de binler arasında kaybolan yalnızlıktır payınıza düşen…
Macondo; tarih öncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş yirmi hanelik kerpiç bir köy; yazarın tasvirince... İsmini, görülen bir düşten alan, pek çok şeyin adı konulmamış ve bir eşyadan söz ederken dahi işaret dili kullanılan; herkesin ardında bıraktıkları ve aynı zamanda geleceğini de yanında taşıdığı mekan… Bana soracak olursanız Macondo; bir kaçışın adı, arayışın, kayboluş ve hatta yok oluşun hikayesinin yaşandığı yer derim… Bir çoğumuzun aklına şu soru gelmiştir; bir mekan mı insanı güzel kılar yoksa insanın içindeki güzelliğin yansıması mıdır bize hissettirdiği?? Verilen cevap hep aynı olsa da, bu aldanışların ve yıkımların sebebi nedir diye bir kez daha üzerine düşünmek lazım belki de… Bir yerin güzelliğinden çok, oraya yaşanabilir güzellik veren bakış açısıdır zira…
Jose Arcadio Buendia, Yüzyıllık Yalnızlık romanının baş kahramanlarından; ekinin nasıl ekileceğini, ağacın nasıl dikileceğini, hayvanların nasıl yetiştirileceğini öğretip, akıl veren toplumun dirlik ve düzeni için herkese ve her işe el veren kabile başkanı… Köyün gelmiş geçmiş en girişken insanı olan Jose Arcadio, evlerin nereye yapılacağını öyle bir planlamayla düşünmüştü ki, ırmağa inip su taşımak için kimse kimseden fazla emek harcamıyordu. Sokakları öyle bir sağduyuyla yan yana dizmişti ki, öğle sıcağı bastırdığında hiçbir ev ötekinden fazla güneş almıyordu. Birkaç yıl içinde Macondo, üçyüz kişilik nüfusuyla oldukça düzenli ve çalışkan bir köy olup çıkıvermişti. Mekanın güzelliği de cazip olunca her yılın Mart ayında çingene obası köyün dışına çengilerini kurup, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni yeni icatların çığırtkanlığının yapıldığı ortam haline çevirir köyü… Herşey yolunda gidiyor gibi görünse de, taki toplumsal girişim ruhu mıknatısların, gök bilim hesaplarının, cisimlerin değişim düşlerinin ve dünyanın harikalarını keşfetme dürtüsünün karşısında çok geçmeden Jose Arcadio’yu, o temiz, zarif, çalışkan adam olmaktan çıkar; uyuşuk ve vurdumduymaz bir kişilik haline dönüştürür. Değişen sadece Jose Arcadio değildir, bir çok şey de değişime uğruyor onunla birlikte… Köydeki bir çok kişiye göre bilinmedik bir büyünün kurbanı olmuştur. Bu köye yerleşme sebeplerinden biri de kehanetlerden bir kaçıştır aslında…
Colombia’nın savaşlarla geçen yıllarının, muhafazakar ve liberallerin çatışmasının bir yansıması diyebiliriz Yüzyıllık Yalnızlık için… Çarpık ilişkiler, Muz Devrimi, doğa üstü olaylar, savaşta yaşanan eziyetler ve rahatsızlık verici olaylar kitapta bahsi geçen konular arasında. Eser, abartılmış olayları fantastik anlatım ile sunuyor okurlarına. Efsanevi ve mitolojik bir çok olayı barındıyor içinde. Her ne kadar telepatik olaylar, uykusuzluk hastalığına yakalanan insanlar, gökten yağan çiçekler vs. gibi konuları ele almış olsa da, romanın ana fikri ‘yalnızlık’ göze sokulmadan… Çünkü eserdeki her kahramanın kendine özgü bir yalnızlığı var; hissedilebilecek düzeyde. Kalabalık bir aile ve bireysel yalnızlıklar… Hatta bu ruh hali aynı isimlerle de nesilden nesile bulaşıyor. Evet kadro olarak bol malzemeli bir roman diyebiliriz fakat kitabın ilk sayfasındaki yedi kuşak soy ağacı da olmasa isimlerin aynı konulması anlaşılamaz bir döngünün içine itebilirdi. İtiraf etmeliyim ki, kitabı okurken en çok isimler konusunda zorlandım diyebilirim. Çünkü her doğan çocuğa aynı isimler verilmiş. Örneğin kızlara; Remedios veya Amaranta, erkeklere ise; Aureliano veya Arcadio isimleri konulmuş sürekli… Hani kim kimdir anlayıncaya kadar işin özünü de kaçırmıyor değil insan…. İlginç olaylar silsilesiyle dolu bir roman sevenler için, iyi okumalar…