“Hareket etmeyen zincirlerini fark edemez”. (Rosa Luxemburg)
Gitmek bir yere çakılıp kalmaktan daha faydalı insana, ruhumuza… Ah gitmek! Eskiden beridir gitmelere meftunluğum. Yeni yerlere, yeni yollara bunca meylim nedendir demeyeceğim, çünkü biliyorum genetik bir durumum var. Rahmetli babamdan bana kalan en iyi miras: Yol, yolculuk ve ayran içmek… Evet, evet ‘ayran’ da dedim ve ‘en iyi miras’ da dedim. Zira her kadının başına bela olan menapoz sıkıntılarını ben hiç yaşamadım. Hatta hormon testlerine gittiğim zaman; doktor sonuçları görünce şaşırmış ve ‘Nasıl beslendiniz? Literatüre geçmemiz lazım.’ demiş ve ben ayrana ne denli düşkünlüğümü anlatmıştım…
Aaaa konu neydi, nereye gittik?
Neyse babama rahmet dileyerek yol konusuna devam edelim. Babam hava yolcuydu. Bu nedenle çok seyehat ederdi. Benim de yol tutkum ondan bana geçmiştir diye düşünüyorum.
Hep mi böyledim? Evet, oldum olası gezmeyi severim. Ama bir farkla; eskiden gideceğim yere bir an önce varmayı dilerdim, şimdiyse varmak lezzetli elbet ama ah o varılacak yere gitme arzusu, o yollar, ah o yollarda habersiz ve ansızın karşılaştığım sayısız güzellikler, afallamalar onlar; varmaktan çok daha evla, çok daha kıymetli artık benim için…
Evet ’afallamlar’ dedim…
Günübirlik gittiğimiz İsviçre’nin güzel kenti Basel’den Almanya’ya dönüyorduk. Elimizde Basel’deki Avrupalı Türklerin bol bol açmış oldukları kebapçı-dönerci dükkanlarından birinden 10 EUR'ya almış olduğumuz makineyle kesilmiş, yoğurt soslu meşhur "Avrupa döneri" -ki dönere benzer bir yanı da yoktu- Stuttgart yol ayrımında otobana girdiğimizde, saat 18.00 gibiydi ve iki saatlik bir yolumuz olduğunu söylemişti direksiyondaki oğlum Volkan.
Dört şeritli yağ gibi otobanda aracımız adeta buz pistinde kayıyor gibiydi. Doğa bir harikaydı. Yeşilin her tonunu görmeniz mümkündü. Yer yer yol kenarında küçük köy ve kasabalardan geçerken kendimi yağlıboya bir tablonun içinden geçiyor gibi hissediyordum. Kırmızı kiremitli o evlerin özellikle çatı katındaki o
küçücük panjurlu pencerelerinden masal kahramanlarının yolculara bay bay yaptığını görür gibi oluyordum ki otobandaki trafik akışı durur gibi oldu. Ağır ağır giden araçlar durdu. Dört şeritte araçlar ip gibi dizildi. Dakikalar ilerlemesine rağmen kimseler araçlarından inmiyor, kornalara basılmıyordu. Afallamıştım…
Gitmek değişikliktir. Yeniliktir. Ve yenilik her zaman ruha iyi gelir. Değil mi ki; Tebdil-i mekanda ferahlık vardır. İşte tam da öyle; mekan değişikliğinde iç ve dış dünyamızda ferahlık oluşur. Ruhumuzun hafiflemesinin bir sebebi de budur. Ruh statikliği sevmiyor çünkü. Hareketi ve genişlemeyi seviyor. Ruhun özünde hareket var çünkü. İyi de böylesi gitmelere alışık olmayan ben sıkılmıştım. Habire ‘Volkan ne oldu acaba? Yol neden açılmıyor?’ diyor bir yandan da arka koltukta bildiğim tüm duaları okuyordum. Çünkü araçta 7. Sınıf öğrencisi, dünyalar tatılısı bir kızımız vardı. Sabaha okula gitmesi gerekiyordu. İzinsiz okula gitmemesi dahilinde anne sorumlu öğretmene ifade vermek zorunda kalacaktı. Okulun sömestri öncesi son haftasıydı… Bizde de öyledir değil mi? Okulun son haftası olacak da veli çocuğu okula gönderemediği için sancılar çekecek. Afallamıştım…
Neyse kaldığımız yerden devam edelim. Trafik tamamen durmuştu, bir santim bile ilerleme yoktu. En sol şeritten habire polis ve ambulanslar geçiyordu. Çok korkmuştum. Herhalde büyük bir kaza oldu oldu diye düşünüyordum. Yarım saat falan geçmişti ki navigasyondan Karayolları radyosundan yol durumu hakkında bilgi verildi. Tabii ben anlamamıştım. Volkan gülüyordu. Neden güldüğünü sordum. ‘Anneciğim burası böyle, helikopter ambulans bile indiriler Vallahi!’ Kızmıştım duyarsızlığına. ’Elbette indircekler oğlum, sen ne duyarsız bir çocuksun?’ diye çıkıştım. O yine gülerek,’Anne yolda yaralı bir kaplumbağa var, onu kurtarmaya gidiyorlar Avrupalılar. Tıpkı bizde olduğu gibi…’ Afallamıştım…
Bir buçuk saat sonra kaplumbağa operasyonu başarıyla tamamlanmış ve yol açılmıştı. Kendi coğrafyamdan manzaralar film şeridi gibi gözümün önünden geçerken ağzım bir karış açıkta ve nutkum tutulmuş bir şekilde boş gözlerle yola bakıyordum ki tekrar yol tıkandı. Bu sefer ne oldu diye soracaktım ki, yol radyosu tekrar bilgi verdi. Bilmem kaçıncı km’de bir otobüs otobana yağ akıtmış, yol temizleme çalışmaları yapılıyormuş. Yaklaşık iki saat orada bekledik. Yoldaki o yüzlerce araçta ve içindeki insanlarda tık yok. Yol açıldı, kaza
noktasına geldik. Evet otobüs yağ akıtmıştı ama ne kadar? İki metre karelik bir yer ya vardı ya da yoktu… Yağ akan alanı ve dört şertili yolun genişliğini siz düşünün artık. Onlarca yol yardım araçları ve yine onlarca km geride uyarı spot lambaları. Tıpkı bizde olduğu gibi… Vax Liminê vax! Afallamıştım…
İki saatlik yolu altı saatte almıştık. Yolda zaman genişlemiş… Yaşadıklarım karşısında günü bir asır gibi yaşamış, saatler uzamış, zaman açılmıştı sanki benim afallamalarımla…
Zincirlerimi farkettiren yolları ve gitmeleri seviyorum afallasam da….
Yolunuz açık olsun